30 Ocak 2014 Perşembe

DEVLET KURUCUSU ATATÜRK ( İsmet İNÖNÜ )

DEVLET KURUCUSU ATATÜRK∗

İsmet İNÖNÜ

“Türk Tarih Kurumu”muzun Büyük Atatürk için tertiplediği konferans serilerinden birincisini
benim konferansımla açmayı tensip etmesini âlicenap bir teveccüh sayıyorum. Sayın Türk Tarih
Kurumu Başkanımızın Genel Müdürle beraber lütfettikleri daveti eksiklerime bakmaksızın cesaretle
kabul ettim, o vazife ile huzurunuzdayım.
Sayın Başkanımıza teşekkür ödevimi yerine getirdikten sonra başlayacağım.
Atatürk'ün bütün hayatında askerî kudretini, kumandan olarak büyük değerini dikkatle takip
etmişimdir ve büyük bir kumandanın bilgi olarak ve karakter olarak vasıflarını Atatürk'te daima
bulmuşumdur. Muharebelerde ve harita başında Atatürk'ün büyük kumandan olarak
müdahalelerini, icraatını muhtelif vesilelerle dile getirmişimdir; anladığım ve duyduğum gibi. Bunun
gibi, Atatürk'ün büyük kumandan olarak vasıflarını takdir ettiğim gibi, siyasî kudretini, siyasî
vasıflarını kumandanlığının da üstünde gördüğümü daima belirtmiştim. Bu kanaatle bu konferansa
başlıyorum. Atatürk'ün bugün size kumandan olarak büyük vasıflarını, memlekete büyük tesirlerini
ve hizmetlerini dile getirmeyeceğim, devlet kurucusu olarak siyasî vasıflarını anlatmağa
çalışacağım.
Mondros Mütarekesinden başlıyorum. Mondros Mütarekesi yapıldığı zaman
İstanbul'daydım. Ben, muharebeden hasta olarak dönmüştüm ve az bir müddet sonra Harbiye
Nezareti Müsteşarı olmuştum. O esnada Mondros Mütarekesi yapılmıştı. Bulunduğum vazifede
mütareke ile görevli olanlar, müzakerelerden haber verenler ve haber alanlar bizim çalışma
ortamımızın tamamıyla dışındaydı. Bize Mondros Mütarekesi hiç bir suretle gelmez ve
anlatılmazdı. Yalnız bir heyet gitmişti ve Mondros Mütarekesi yapılmıştı. Bu, İstanbul muhitinde
ilkönce olumlu bir tesir yaptı. Muharebenin büyük yenilgiyle bitmiş olmasına karşı, ilgili devletler
içinde Türklerin en insafsız muamele görenlerinden biri olmadığı, olmayacağı, aksine Türk
devletiyle dostluğa önem veren bir anlayışın tatbikatını göreceğimiz zannı yaygın idi. Atatürk bu
esnada Yıldırım Ordularının başında bulunuyordu. Mütarekeyi o, cephe kumandanı olarak
muharebe meydanında öğrendi. O zaman hatırladığıma göre ve sonradan kendisinden dinlediğime
göre, mütareke hakkında ilk şüpheleri gösteren Atatürk olmuştur. Mütareke tebliği bizim ordulara
yapıldığı gibi, karşımızda bulunan ordulara da yapılmış olduğu için, yahut olacağı için,
kumandanların mütareke tatbikatında pek teklifsiz ve taahhütsüz hareket ettiklerinden Atatürk ilk
andan itibaren şikâyetçi olmuştu. Onun şikâyetini, İstanbul'daki idare daha ziyade biraz güç
beğenen mizacının tabiatına hamlederek zaman ile mütarekenin hafifliği umumî efkârda iyice
anlaşılacaktır ümidi korunuyordu. Böyle başladı mütareke ve bir müddet sonra Atatürk, mütareke
tatbikatı şikâyetleri içinde kendisi barınamaz hale geldi ve cepheden ayrıldı, istifa etti. İstifa edip
ayrılmasını zaten İstanbul hükümeti de o zamanki siyasî şartlar için bir kolaylık farz etti. Atatürk
kendisiyle İstanbul'daki hükümetler arasında mütareke ile gelen meseleleri değerlendirmekte farklı
düşünen bir zihniyet olarak ilk anda vaziyet almış oluyordu; bu durumda İstanbul'a geldi. Atatürk,
mütareke ile teşekkül eden, mütarekeden evvel ve mütareke esnasında işbaşında bulunan
hükümette vazife almak arzusunda idi. Zannediyorum bunu istemişti de (o zamanki sadrazamdan).
Bunu arzu ediyordu. Kendisine münasip bir dille hükümetin teşekkül ettiği bildirilmiş, bu ortam
içinde Atatürk İstanbul'a gelmiştir. Atatürk İstanbul'a gelişinden tekrar Anadolu'ya vazife alarak
dönüşüne kadar (19 Mayısı hesap ederseniz, 31 Ekimden sonra mütareke yapıldığını
düşünürseniz, 6 ay kadar bir müddet geçmiş olacaktır en çok); bu altı ay İstanbul'da bulunduğu
zamanda sorumlu bir adam gibi siyasî hayat içinde çok engin ve faal bir çalışmaya girmiştir.
Herkesle temas eder, dost düşman her muhite girer. Yapılacak, yapılan işler, gelecek işler ve
kurtulmak için, kurtarmak için neler yapmak lâzım, taraftarları ile aleyhtarları ile her birisi ile uzun
münakaşalar içinde vakit geçirirdi. Böyle bir hayat yaşadı.
Yeni sorumlularla tanışmaya ehemmiyet veriyordu. Hükümet kısa bir zamanda değişti ve o zamana kadar muhalefette kalmış olan Hürriyet ve İtilâf Fırkasının sorumluları hükümet başına
geldiler ve doğrudan doğruya o fırkanın başlıca temsilcisi olan Damat, sadrazam olarak hükümete
geldi. O zaman da Atatürk, o hükümetin ricali ile tanışmak için, meseleleri görüşmek için hiçbir
fırsatı kaçırmamıştır Bu görüşmeler içinde, memleketi idare etmekte olan ve gelecek meseleleri
karşılayacak olan siyaset adamlarının ne çapta olduklarına teşhis koymaya önem veriyordu. Ümitli
konuşmazdı. Konuştuğumuz zamanlar ümitli konuşmazdı; güçlüklerle başa çıkacak çapta
olmadıklarından üzülürdü; karakterlerini ve geçmiş itiyatlarını mübalâğa ile değerlendirir; onların
duygularına, acılarına nüfuz eder; geçirdikleri ayrılık devirlerinin tesirlerine kapılmalarından şikâyet
ederdi. O zaman memleketin siyasî vaziyeti, gittikçe gerginleşen (iç politika olarak) bir seyir takip
ediyordu. İttihatçılar hükümette iken Hürriyet ve İtilâfçılarla çok keskin ayrılmış bir halde idiler.
Muhalefette bulunanlar, İttihat ve Terakkinin büyük bir yenilgisi ile işbaşına geldikten sonra, ilk iş
olarak bütün çektikleri sıkıntı devirlerinin öcünü almak yoluna girmişlerdi; öyle görünüyorlardı.
Atatürk bunların içinde bir tarafı tutmaksızın, hâdiselere doğru teşhis koymaya ve hâdiselere doğru
teşhis koydurmaya çalışmıştır.
Bu müddet esnasında Atatürk orduda idi. Muharebelerden çok kesin tecrübeler geçirmiş,
askerî itibarı, askerî vasıfları hiç bir tereddüt ve münakaşa götürmeyen yüksek bir seviye taşıyordu.
O salâhiyetle her muhite girebiliyor, herkesle konuşuyordu. Siyasî bir kudretle çalışmak ihtimali
azaldıkça, orduda tekrar bir vazife alarak memleket işlerine resmî bir surette karışmağa hevesli
oldu. Bu nasıl olacak, bunu bilmeye imkân yoktu. Siyaset sahasında tecrübe etti; mümkün olmadı.
Ondan sonra vazifesiz olarak İstanbul'da uğraştığı zaman, ne surette resmî bir vaziyete gireceğini
kendisi de tahmin etmiyordu.
Son zamanlarda Atatürk için böyle bir fırsat çıktı. Kendisini Üçüncü Ordu Kumandanı
yapmak için İstanbul Hükümeti ciddî bir ihtiyaç hissetti. Zannediyorum ki o zamanlar, bir defa dış
siyaset çok gergin bir hale geldi. Nihayet Mayıs ortasında Yunanlılar İzmir’e çıkmışlardı. İşgalin bir
kaç gün evvelin kadar ahval her tarafta ümitsiz görünüyordu. Bu müddet esnasında, Anadolu
içinde karışıklık, asayişsizlik olacak ve sulh şartları bir de bu yüzden son derece ağır ve memleket
için fena hale gelecek endişesi yaygın idi. Hükümet bu tesirlerin altında kalmış olacaktır. Tahmin
ettiğime göre, Atatürk'ü dostları vasıtasıyla uzaktan gıyaben tanıyanlar, hükümet içinde nüfuzlu
olan arkadaşları üzerinde de tesir yapmışlardır. Bilhassa içişleri Bakanı olan zatın (o zamanki
zatın), Atatürk'ün bu Üçüncü Orduya tayininde taraftar olduğu söylenmiştir. O da, bir ucundan
zannediyorum rahmetli General A1i Fuat Cebesoy'la münasebette idi. Mehmet Ali Bey isminde bir
zat olduğunu sanıyorum.
Atatürk'e Üçüncü Ordu Kumandanlığını bu şartlar içinde, teklif ettiler. Üçüncü Ordu Kumandanı olacak, memleketin şarktaki ordusunu, ordu içindeki büyük nüfuzu ile idare edecek;
böylece Karadeniz sahilinde ve şark havalisinde emniyetli, hem askerî bakımdan, hem asayiş
bakımından emniyetli bir destek temin olunacak. Bu arzu ile kendisini intihap ettiler. İntihap edilir
edilmez, Atatürk, vazifesinde muvaffak olmak için, memleketin şartlarına göre (askerî vaziyetle
siyasî ve dahilî politika vaziyeti birbiri içine girmiş dolaşık bir haldedir) Ordu Müfettişi olarak
icabında geniş bir bölgede valiler ile de muhabere etmek salâhiyeti lâzım olduğunu hükümete
anlatmaya çalıştı. Birkaç gün de onunla uğraştı ve nihayet Yunanlıların İzmir'e girmesi havadisi 15
Mayısta meydana çıktıktan sonra, kendisi daha ziyade imkânlar sağlamak için müzakereyi
uzatmaktan sarfınazar etti, hükümet de bir an evvel onu dışarı göndermek istedi. Şimdi artık bir an
önce Anadolu'ya geçmeyi lüzumlu görüyordu ve kendisine böyle bir ihtiyaç duyulunca orada
çalışması için lâzım olan şartları süratle sağlayarak gitmek fikrine kapıldı. Bunların hepsini göz
önüne alarak memleketin içinde bulunduğu güç şartların getireceği ihtimallere karşı mümkün
olduğu kadar kendisini teçhiz etmek, hazırlamak fikri, onda ilk andan itibaren işliyordu, diye kabul
etmek lâzımdır.
Samsun'a 19 Mayısta çıktı. Çıktığı andan itibaren memleketin kurtuluşu için bir mücadeleye
atılmış, fırsat bulmuş, geniş, serbest bir saha elde etmiş insan gibi, dilini açtı ve herkesi uyarmaya
başladı. Tehlikelerden bahsediyordu, her tarafta düşmanların insafsız olduğundan bahsediyordu.
Bu şartla Samsun'da konuşmaya başlayarak yürüdü ve Samsun'da hareketin başladığından
itibaren de İstanbul Hükümeti ve İtilâf çevreleri, intihap ettikleri zatın hareketlerinin başka manalar
taşıdığından şüphe etmeye başladılar. Sonra bana hikâye ettiklerine göre, Samsun'da otomobillerine benzin tedarik etmekte bile müşkülât gösterdiler; Atatürk nerede ne buldu ise onunla
hareket etti; Amasya'ya geldi; Amasya'da tekrar halkla, memleketin ileri gelenleriyle görüşüyordu;
ümitle kendisini karşılayanlara her ümidi veriyordu. Ama herkesin zannettiği gibi, önümüzde kolay
şartlar ve düşmanlarda insaf, hak veya adalet gibi hisler yoktu...
İçinde bulunduğumuz yerlerde Rumlar, Ermeniler faaliyettedirler; bunlardan ümit beklemek
doğru olmayacağını açıkça telkin ediyordu. Sivas'a gelinceye kadar epey zaman geçti. Sivas'ta
kendi üzerinde ve muhaberelerinden dolayı o kadar çok şüphe hasıl oluyor ki, Atatürk, Tokat'tan
geçip Sivas'a geliyor, bu haber duyulunca Sivas'ta vilâyet idaresi, Vali Paşa, sorumlular, emniyet
memurları, diğer sivil memurlar, toplantı halinde nasıl hareket edeceklerini, Atatürk'le nasıl
münasebette bulunacaklarını müzakere etmeye başladılar. İyi münasebet kuralım, şöyle
karşılayalım, veya böyle davranalım diye türlü fikirler; İstanbul Hükümetinden aldıkları şüphe verici
talimatlara uygun olsun, büyük bir kumandan olarak geliyor ve görünüşe göre çok azimli de gelmiş.
Dilini de tutmaz görünüyor. Onunla da ilk anda çatışacak bir vaziyet hasıl olmasın, onu da idare
edelim, endişesi içinde toplanmış olarak vilâyet erkânı bir karar vermeden konuşurlarken içeriye bir
emir adamı girer; “Mustafa Kemal geliyor, Sivas'a yakın gelmiş” der. Hep birden münakaşaya
geçerler, ne yapalım derler, istikbal edelim, derler. İstikbale karar verelim derler, vali paşa başta
olarak dışarı çıkarlar.
     Bu bana Atatürk'ün bizzat anlattığı hikâyedir. Hakikaten dışarı çıkarlar, yarım saat evvel
vilâyet konağında onun gelişini nasıl idare edeceklerini heyecan ile düşünen insanlar değil,
hasretle onun gelişini bekleyen insanlarmış gibi güzel sözlerle birbirlerine kavuşurlar. Vali, Paşayı
yanına alır, biraz özür dilemek ister, onu yanına alır, beraber gelirler ve orada kalırlar, orada
toplanırlar; ondan sonra bir an evvel ordu merkezine giderler, orada bir takım muhavereler oluyor;
kalacak mı, geri mi çağırılacak, kimsenin bildiği yok. Bu ihtimaller içinde, orada oyalanmaksızın
Erzurum üzerine yürürler. Erzurum'a gelmesi Temmuzu bulur. Erzurum'a geldiği zaman ilk
konuşmalardan sonra kendisinin ordu müfettişliğinden alındığını öğrenir. Kolordu Kumandanına da,
vilâyete de tebligat yapılmış. Bunu, geldikten sonra mı, gelmekte olduğuna kesin kanaat geldikten
sonra mı, şu anda takdir edemiyorum, öğrenince istifaya karar verir kendisi. Ordudan istifa eder,
İstanbul'da Harbiye Nezaretine, sivil makamata, hepsine istifa ettiğini, bundan sonra milletin içinde
bir ferd-i millet olarak çalışacağını söyler. Burada istifa etmesi, şimdiye kadar bir buçuk aydan fazla
bir zaman zarfında Şarkta, Anadolu'da çalışmalarının kendisine temin ettiği mevki; Şarkta zaten
zihinlerin Yunan işgalinden sonra, Ermeni emellerinden dolayı çok gergin bulunduğu bir muhit
vardır. O muhit içinde, kendisinin ordu başından ayrılmış olması büyük bir hüzün yaratmıştır.
Başka çare yok. Ordu başında durması mümkün değil; ama ordudan ayrılmış olduğu halde, kendi
içlerinde bir evlâtlarıymış gibi büyük bir itibar ile muamele görür. Başta Kolordu Kumandanı Kâzım
Karabekir Paşa büyük bir gösterişle, tam bir sadakatle bütün ordu erkânını yanına toplayarak
Erzurum içinde Atatürk'ün bulunduğu karargâha doğru Kolordu Karargâhından gelir. Herkes, ne
için geliyor, onun merakı içindeyken, gelir askerce selâm verir. "Kolordu emrinizdedir. Ordu
kumandanı olduğunuz zaman hâkimiyetiniz ne ise, bizim size karşı borçlarımız ne idiyse, aynı
surette itaatimiz devam ediyor, emir neferleriniz, vasıtalarınız, yerleriniz, hepsi Ordu Kumandanı
bulunduğunuz zaman gibi emrinizdedir" tarzında geniş, mutlak bir teslimiyet ve itaat gösterir.
Atatürk bunu bana kendisi anlatmıştır. Buraya (Ankara'ya) geldiği zaman çok minnetle
bahsediyordu. Bu tarzda ordudan ayrılır, bu günler Erzurum'da bir kongre yapılmak isteniyor. Daha
ziyade Şark vilâyetlerinin mukadderatını düşünecek bir kongre mahiyetinde olarak düşünülüyor.
Atatürk'ü ilgilendiriyorlar, kendisi bu kongrenin içine giriyor, bu kongrenin tertipçisi, başı oluyor, bu
kongreyi başarı ile nihayete erdiriyor; Şarkta ilk siyasî kongrede, beraberlik temin edilmiş oluyor.
Bunun bir özel ehemmiyeti vardır. Erzurum ve etrafı, mütareke şartları ile Vilâyat-ı Şarkiye
iade olunduktan sonra Ermeni taşkınlıkları ile, zaten huzursuz bir haldedir; er geç tutuşmaya karar
vermiş bir halk zihniyeti vardır. Atatürk bunların başında, o zihniyetin temsilcisi halinde bu kongreyi
idare ediyor.
Şimdi Atatürk o zamana kadar ordu kumandanı olarak ve bir seneden beri, takriben bir
seneden beri, İstanbul'da bir siyasî mevkide faydalar olabilir mi şartlarını aramakla meşgul iken ve
bir resmî vazife yetkisi ile memleketin kurtuluşuna daha faydalı olacak zihniyeti hâkim iken, birden
her türlü resmî imkânlardan ayrılmış olarak tam kendi tabiriyle bir ferd-i millet gibi, bir vatandaş gibi,
memleketin mukadderatı ile ve halk ile karşı karşıya, yalnız başına tehlikelerle karşı karşıya gelmiş
bulunuyor. Bu andan itibaren Atatürk bir sivil önder olarak bir memleketin kurtuluşunu idare etmek
durumuna geçmiştir. Burada Erzurum Kongresini bitirdikten sonra (23 Temmuz 1919 da oluyor),
Sivas'a gidiyor, Sivas'ta gene bir kongre ihtiyacını duyuyor. Orada Eylül başları için bir kongre tertip
ediyorlar.
     Bu kongre bütün memleket için yapılıyor. Sivas'ta bulundukları zaman iktidardan ayrılmış,
azledilmiş bir insan olduğu halde bütün bu bir buçuk ay zarfında seyahatleriyle ordu içinde, halk
içinde yaptığı temaslarla bir sivil otorite haline gelmiş oluyor. Orada kendisine, kongre için
(düşünmeli ki hükümet başında Damat hükümeti var), orada kongre için resmî mektebin salonunu
verebiliyorlar. Sivas kongresi neticeleri daha önemlidir. Bütün memlekette mücadeleyi idare etmek
bakımından ve Atatürk'ün devlet idaresi için geniş bir otoriteyi fiilen elde etmesi bakımından.
Sivas kongresi şu zamanda yapılıyor: Memleket müdafaası için dört tarafta teşekkül etmiş 
olan Kuva-yi Milliye'nin birbiriyle irtibatları yoktur. Teşkilât Trakya'da vardır, Şarkta vardır, Garbın 
muhtelif yerlerinde vardır, Fransız hududunda vardır. Birbirinden ayrı teşkilât halindedirler. Atatürk, 
Sivas Kongresinde "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adında bütün bu müdafaa 
teşkilâtlarını, kendi murahhasları vasıtasıyla beraber karar vermiş olarak, bir araya getiriyor. 
Adamlar buraya geldikleri zaman salâhiyetleri (bu kadar meseleleri düşünmüş olarak) salâhiyetleri 
mevzu-i bahs değil, var mıdır yok mudur? Bütün bunları düşünmeli. Cemiyetin idaresi ve bir devlet 
halinde salâhiyet sahibi olarak işi yürütmek düşüncesi ve kudreti bir insanda ne kadar kemal sahibi 
olmalı ki, ilk iş olarak bütün bu dağınık kuvvetleri bir yere toplamak lâzım, bunu düşünüyor, hepsi 
karar veriyorlar ve kararı tebliğ ediyorlar. Herkes zaten öyle düşünüyormuş gibi her taraftaki 
müdafaa teşkilâtı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin birleşmesi ile bir yerde 
toplanmış oluyor. Bu hale getiriyor. Dahası var, bir de Heyet-i Temsiliye seçiyorlar, bu Heyet-i 
Temsiliye bütün memleket için seçiliyor ve bu Heyeti Temsiliye Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i 
Hukuk Cemiyeti'nin idaresine, ve memleket her taraftan muharebe halinde, mücadele halinde 
olduğu için, memleketin her tarafında millî mücadelenin idaresini Heyet-i Temsiliye başında 
bulunan Atatürk'ün eline, milletin kararı ile, bir konferansın kararı ile, her taraftan gelmiş adamların. 
kararı ile verilmiş oluyor ve otoriteyi alıyor. 
Bu şekilde hâdiselere bakıldığı zaman, sivil bir kılavuz ve önder olarak büyük bir 
mücadeleyi ilk andan itibaren bir devlet başında gibi düşünüp teşkilâtlandırmak kuvveti 
kendiliğinden meydana çıkar. 
Bütün bu hâdiseler İstanbul'da Damat Ferit hükümetinin değişmesine sebep oluyor. Yeni 
hükümet ilk iş olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin başkanı olan Heyet-i 
Temsiliye Reisiyle temasa gelmeye karar veriyor. Ali Rıza Paşa Hükümeti, kendi Bahriye Nazırı 
Salih Paşa'yı memur ediyor, Atatürk'le aralarında mülakat tertip ediyorlar, Amasya'da görüşüyorlar. 
Salih Paşa hükümetiyle, Salih Paşa'yla Amasya'da bir kaç gün, zannederim iki üç gün 
görüşüyorlar, protokoller yapıyorlar; bir kısmını imza ediyorlar, bir kısmı mahrem kalmak üzere 
imza edilmesin diyorlar. İmza ettikleri de, imza etmedikleri de önemlidir; resmen padişahın, 
saltanatın salâhiyet sahibi hükümetinin murahhası ile Anadolu'da Heyet-i Temsiliye Başkanı, haricî 
ve dahilî memleketin bütün meseleleri üzerinde müzakere yapıyor ve kararlar alınıyor. 
Konuşulmayan, ilân olunmayan, imza edilmeyen kararlar için de, gelecek günlerde 
murahhas heyetler nasıl olacak, gelecek günlerde memleketin müdafaası ve büyük tehlikeler 
karşısında idaresi nasıl olacak, buna ait hükümler var. Bir tarafta İstanbul Hükümetinin vekili olan 
zat bunları hükümete aktaracağını söylüyor; bir taraftan da kendisi Anadolu'da onları tatbik 
ettireceğini söylüyor. Otorite sahibi, elinde kudretleri olan bir devlet reisi gibi taahhütler alıyor ve 
taahhütler veriyor. Bunun neticeleri de tabii çok olumlu ve tesirli olmuştur. Fiilen Anadolu'da askerî 
mücadele ve sivil idare üzerinde. Askerî idare doğrudan doğruya kumandanlıklarla işbirliği 
sebebiyle daha çok yürüyor. Sivil idare türlü vasıtalara tesir ederek her taraftaki sivil memurların 
mukavemetleri, idareleri, anlayışları nispetinde yürüyor. Bir Heyet-i Temsiliye'den alacakları 
emirleri tam bir dikkatle yapmak sorumluluğu hiç kimsede yok. Ama herkes hali idare etmek, 
istikbali düşünmek kaygıları içinde bir dereceye kadar Heyet-i Temsiliye Başkanının tesiri altında 
kendilerini hissediyorlar.  
    Atatürk, Salih Paşa görüşmesinden sonra 27 Aralık'ta Ankara'ya geliyor. Salih Paşa ile 
görüşülen şeylerden birisi, seçim yapılmasıdır. İlk meclis dağıtılmıştır, Padişah tarafından. Şimdi 
memleketin içinde bulunduğu şartlara göre, meclisi, millet meclisini toplamak lâzım olduğuna 
beraber karar veriyorlar. Salih Paşa ihtiyacı İstanbul'a götürecek; daha fazlası var. O, "meclisin 
İstanbul'da toplanması tehlikelidir, onu Anadolu'da toplamak lâzımdır". Bunu da münakaşa 
ediyorlar. Salih Paşa bunu taahhüt ediyor, "kendi şahsım namına" diyor. ''Yalnız bunu hükümete 
nakledeceğim, ne yapacaklarını, ne karar vereceklerini tayin edemem, ama ben anlıyorum" diyor 
"bu sebebi". Meclisi Anadolu'da yapmak lâzımdır, diyor. O gittikten sonra hakikaten seçim kararını 
veriyor İstanbul Hükümeti. Anadolu'da Ankara'da bulunduğu zaman seçimlerin yapılması için her 
tarafta memleket uyarılıyor.Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, seçimlerde ilerici ve 
propaganda yapıcı başlıca unsur olarak çalışıyor. Meclis, büyük çoğunlukla, Anadolu ve Rumeli 
Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtının taraflısı olarak seçiliyor. İstanbul'a gönderiliyor. Bu gidenlerin hepsi 
mümkün olduğu kadar hepsi Ankara'dan geçerlerdi ve bunların hepsine Atatürk telkinlerini söylerdi. 
Atatürk Sivas Kongresinde kabul edilmiş olan sulh esaslarını, ondan sonra Meclisin Anadolu'da 
toplanması fikrini hemen hepsi ile münakaşa etmiştir. "Çalışırız" derler, mebuslar giderler. Sonra 
Atatürk İstanbul'da meclisin, İstanbul'da Mebusan Meclisinin teşkil edeceği siyasî grubun Anadolu 
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu olmasına ehemmiyet veriyordu. Bir de bunu telkin 
ediyor. 
Meclis bir müddet çalıştıktan sonra nihayet dağıldı, dağıtıldı İtilâf Devletleri tarafından. 
Onun içinde bulunan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başlıca üyelerinin, Rauf 
Bey'den başlı-yarak bilinen şahsiyetlerin hemen hepsi toplandı, dışarı, Malta'ya götürüldü, 
hapsedildi. Ağır bir dehşet havası içinde İstanbul'un İşgali ilân olundu. 
İstanbul'daki mecliste, meclisin Anadolu'da toplanması fikri yürümedi, yürüyemedi. O 
zamanki, umumî anlayışa, siyasî anlayışa göre, İstanbul politikacılarının içinde bulundukları tehlike 
hissinin değerlendirilmesi şu şekilde idi. İstanbul'dan çıkmak, meclisin İstanbul'dan çıkması, 
Türklerin İstanbul'dan vazgeçmesi demek olur. Hâlbuki tüm İslâm âlemine karşı, İtilâf Devletleri 
İstanbul'u Türklerin elinden almak gibi bir harekete teşebbüs edemezler, İslâm âlemi buna imkân 
vermez. İstanbul'da Türkler böyle düşünüyor, güya diğer İslâm memleketleri de böyle 
düşünüyorlar. Ama biz kendi elimizle meclisi İstanbul'dan dışarı çıkardığımız zaman İstanbul'la 
alâkamızı kesmiş ve bunu düşmanlara teslim etmiş oluruz. Bu kadar büyük bir mesuliyeti, tehlikeyi 
kimse göze alamaz. Onun için İstanbul'da sonuna kadar tutunalım duralım. İyi niyetlilerini, iyi 
düşünenlerini söylüyorum. Bu niyette olanlar İstanbul üzerinde bir görüşmeyi, böyle Anadolu'ya 
gitme tarzında bir muamele yapmayı tasvip etmiyorlardı, etmezlerdi. İstanbul'un işgali üzerine, 
şimdi şunu söyleyeyim. Atatürk İstanbul Meclisinden Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu kurulsun 
dedi, bunu yapamadılar, Felahı Vatan Grubu yaptılar. Atatürk İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk 
Cemiyeti kurulsun ve Meclis Başkanlığına da kendisini seçsinler isterdi. Bunu da arzu ederdi, 
bundan tabii büsbütün gözleri korkmuştur. İşgal olunca Atatürk, Meclis Reisi olmadığı halde, 
Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatı ile, millet meclisinin bir an evvel Anadolu'da toplanmasını kendi 
iradesiyle memlekete ilân etmiştir. İstanbul'da düşman taarruzuna uğramış bir meclis dağıtılmıştır, 
millet kendi haklarını muhafaza etmek için talihini, derdini görüşmeye, karar vermeye mecburdur. 
Oradan kurtulanlar gelecek, gerisinde millet meclisinin eksiği şu tarzda tamamlanacaktır. 
Kumandanlar çalışsın, ilân olunsun, millet meclisi toplansın, demiş ve millet bunu pek tabii görmüş, 
her tarafta millet meclisi seçimine geçilmiş ve millet meclisi kurulmuştur. 23 Nisanda bunların hepsi 
buraya geldiler. Bunun adı ne olacaktır? Uzun boylu görüşüldükten sonra İstanbul Meclisi 
olmayacaktır bu, büsbütün başka anlamda heybetli bir meclis olacaktır; en güzel isim olarak 
"Büyük Millet Meclisi" bulundu, adı verildi. Büyük Millet Meclisi olarak kuruldu. 
Anlaşıldı ki Atatürk Millet Meclisi er geç gelecek, toplanacak, nasıl işe başlayacak, nasıl 
yapacak, bunların hepsini düşünmüş, zihninde hazırlamıştır. 
Daha evvelce düşünülen ve alınması gereken bütün tedbirleri almış olarak, hazırlanmış 
olduğuna misal olarak her teşebbüste her tarih safhasında örnek bulunabilir. 
Gayet tabii şekilde Büyük Millet Meclisi toplandı, Atatürk nutkunu söyledi ve ilk kararları 
aldılar. Meclisin meşruiyetine kim dil uzatırsa ve kim meclisi tanımazsa hareketin kanunî  
müeyyidelere bağlanması ilk kararlardan ve icraattandır. Böyle bir düzen kuruldu, B. M. Meclisi, 
Vahdet-i kuva meselesi de o andan itibaren meydana çıkmıştır. Padişah dışarıda. O zamana kadar 
bir iktidar nereden kuvvet alır ve kimden alınan yetkilerle çalışır, bunların hepsinin usulleri bellidir; 
yetkiler dinî hükümlerden gelir, kanunî hükümlerden gelir, padişahın salâhiyetinden, geleneklerden 
gelir, bunların hepsinin üzerinde bir başka şey, "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir", millet kendi 
işlerini kendisi görür, tek kuvvet, tek başına kuvvet, her kuvvet mecliste olduğu için kanun yaptığı 
gibi memleketi de idare eder. Herkes idare edemeyeceği için vekiller tayin eder. Ve her vekili de 
ayrı tayin eder, memnun olduğu müddetçe tutar, memnun olmadığı zaman bırakır. Bu tarzda 
vahdet-i kuva'ya müstenit-bir milletin kayıtsız şartsız hâkimiyeti esası içinde meclisin her meseleyi 
kendisi halletmesi şartlarında B. M. Meclisi çalışmaya başladı. Bunun nasıl cendere olduğunu 
tecrübeler gösterdiği gibi, her memleket tarihinde böyle tecrübeler geçirmiştir. O zaman söylerlerdi 
bize, bu usul yabancılarla temas ettiğimiz vakit, devam edebilir mi, devam edecek midir, hiç 
şikâyetimiz yok derdik, biz. Pek güzel devam ediyor ve her işimizi de pek güzel görüyoruz. Vergi 
almaktan, asker almaktan, diğer devletlerle temasa geçmek ve memleketi müdafaa etmeye kadar 
memleketin her ihtiyacını isabetli tedbirlerle yerine getiriyoruz kanaatindeydik, bunu açıkça ve inançla söylerdik. Yabancılara da böyle söyledik. Şüphe gösterirlerdi, biz yürekten iman ile 
müdafaa ederdik. 
Bundan sonra tekrar İstanbul Hükümeti büyük bir faaliyete geçti. İstanbul'un işgali, meclisin 
dağıtılması, bu darbeler Yunan işgali darbesi içinde zaten müdafaa kuvveti uyandığı kadar 
ümitsizliğe düşenler de çok olduğu için yeni bir darbe ile Anadolu'da milletin duyguları geniş ölçüde 
sarsılacaktır, tahmin olunuyordu. Bu sarsılış duygularını bir de harp neticeleriyle tamamlamak 
mümkün görünüyordu, İtilâf Devletlerince ve İstanbul Hükümetince. Onun için İstanbul Hükümeti B. 
M. Meclisi idaresine karşı hakikî bir sefer açtı. Bu sefer iç isyanlar şeklinde meydana çıkmıştır. Her 
tarafta bir takım isyanlar çıkıyordu. İstanbul Hükümetiyle, yabancılarla teması olan bölgelerde bu 
isyanlar doğrudan doğruya üniformalı, teşkilâtlı askerî kuvvetlerle destekleniyordu. Kuva-yi 
inzibatiye denilen, Anzavur çeteleri dediğimiz muntazam milis kuvvetleri idi ve Kuvay-yi inzibatiye 
namı altında teşkilâtlı ordu kuvvetleriydi. Her tarafta B. M. Meclisi idaresine ve ona itaate karşı 
muharebe başladı. Nisanda B. M. Meclisi açıldı. Hemen hemen o senenin nihayetine, Aralık ayına 
kadar İzmit havalisinde, İstanbul yolu üzerinde, Bolu havalisinde, Sivas, Samsun arasında, Şarkta; 
tabii Fransızlar aşağıda muharebe ediyorlar; Adana'da, hakikî bir sefer içinde bulunuyoruz. 
Bunların dışında kalan her yerde ya düşmanla muharebe ediliyor, ya içerdeki isyanlarla 
uğraşıyoruz. İstanbul Hükümetinin bu muharebesiyle İtilâf Devletlerinin dış kuvvetlerinin 
muharebesi arasında hakikî bir ahenk kurulmuştur. Birisi hareket eder, evvelâ ister istemez ele 
geçen kuvvetler, şuradan ve ister istemez buradan cephelerden de alınarak isyan yerine yetiştirilir. 
Onlar orada uğraşırken, zayıf veya boş bırakılan cephelerde yeni bir adım, yeni bir hareket vuku 
bulur. Askerî mesele olarak bir müşahede vardır; bu iç isyanlar yani İstanbul Hükümetinin ve 
Padişahın açtığı seferle Kuva-yi Milliye hareketinin nihayete ereceği ümidi ciddî olarak vardı. İtilâf 
Devletlerinde vardı, İstanbul Hükümetinde vardı. Buna dair Anadolu'da muhtelif yerlerde bulunan 
İtilâf subayları ile konuşulurken Fransız subayları, İngiliz subayları bunu telkin ederlerdi. 
Birbirleriyle uğraşırken iç isyanlar içinde bu hareketler sona erecektir, ümidini beslerlerdi. Bu iç 
isyanlar devri atlatıldı geçti, yani İstanbul Hükümeti açtığı harpte mağlûp oldu ve çekildi. Bu sefer 
doğrudan doğruya yabancı devletlerin işgal kuvvetleriyle askerî seferler devri daha açık ve bariz 
olarak başladı. Daha açık olması B. M. Meclisi Hükümeti'nin bütün kuvvetleriyle düşman istilâ 
kuvvetleriyle uğraşması şeklinde tecelli etmiştir. Bu esnada düşmana karşı ilk aldığımız büyük ve 
müspet netice, Şarkta Ermenistan'a karşı açılan seferde olmuştur. Bu sefer Türk kuvvetlerinin tam 
bir muvaffakiyetiyle neticelendi ve bunun neticesi, evvelâ hudutta, sonra Ruslarla siyasî münasebet 
şeklinde siyasî muahede yapılarak alınmıştır. 
B. M. Meclisinin ilk yaptığı işlerden birisi, memleket içinde hâkimiyeti tesis etmek gibi, 
Sovyet Rusya ile de karşılıklı resmî tanışma ve muahede yapmak olmuştur. Gene bu esnada bir 
siyasî temas olarak Fransızlarla Antep cephesinde bir mütareke yapılmıştır. Mütareke üç dört gün 
sürmüştür. Diğer bir Fransız generalinin Zonguldak vilâyetinde mütareke hükümlerini tanımayarak 
harekete geçmesiyle her iki taraf da bozulmuştur. Bunları anlatmaktan maksadım, Ruslar bizi 
tabiatıyla bir devlet olarak tanıyordu, Fransızlar B. M. Meclisi Hükümeti ile ancak asker olarak 
temas ettiler. İngilizler temaslarında, onların meşhur bir siyasî tedbirleri vardır, kontrol eden otorite  
ile temas ederler. Herhangi bir yerde böyle bir vaziyet çatallı olursa, nerede kontrol kimin elinde 
ise, kontrol eden kudret sahibiyle temas ederler. 
Şarktaki zaferlerden sonra Garpta zaferler başladı. Garpta zaferler derhal siyasî temasları 
tahrik etti. İnönü muharebeleri. Birinci İnönü Muharebesinden sonra Londra Konferansına 
çağırdılar. İstanbul Hükümetini de beraber çağırdılar. Münakaşa oldu. Atatürk'le siyasî münasebete 
gelindiği zaman İstanbul Hükümeti'ni İtilâf Devletleri daima beraber bulundurmaya çalışırlardı. 
İstanbul Hükümeti buna çok önem verirdi. Atatürk de her defasında B. M. Meclisi Hükümetine ortak 
vaziyetinde bir otoriteyi kabul etmemek için sonuna kadar ısrar eder, sebat ederdi. Nihayet bir şekil 
bulundu. Meselâ Londra Konferansına gidildiği zaman İstanbul Hükümetiyle bir anlaşma 
olmaksızın bizi çağırmışlardır. Bizden bir murahhas heyet İstanbul'a uğramaksızın Londra'ya 
gitmiştir. İstanbul'dan davet olunan heyet de oraya gelmiştir. Konferans içinde Türkiye'den iki 
heyeti bir araya İngilizler getirmişlerdir. Birbirleriyle hiç bir meseleyi görüşemez bir halde. Londra 
Konferansı esnasında bir sahne oldu. İstanbul Hükümeti konuşuyor, sonra Anadolu'daki 
hareketlerden bir söz geçeceği zaman, Sadrazam Tevfik Paşa heyet reisi olarak "söz Anadolu'ya 
aittir, onların salâhiyetleri vardır, biz bu hususta söz sahibi değiliz" diye sözü kendiliğinden bizim 
heyete nakletmiştir; bu bütün Anadolu'da, Mecliste, hepimizde büyük bir vatanperverlik işareti 
olarak değerlendirildi. Çok minnettar olduk adama. Halbuki aslında adam eski bir diplomat olarak 
zaten iki taraflı bir idareyi kabul ettirmiş vaziyette; devletin sorumluluğu, idaresi kendilerindedir, 
Anadolu'da bir ordu vardır, onlar da uğraşıyorlar. Onlarla da kendileri hasım değildirler. Beraber 
çalışıyorlar, karar ve hüküm kendilerindedir, tarzında bir birleşik siyaset takip ettiğini zannediyor. 
Rahmetli Sadrazam Tevfik Paşa'nın o zaman bizi çok müteşekkir eden Londra 
Konferansı'ndaki tutumunun değerini bu mülâhazalarla azaltmak istemem. Çünkü diğer misaller de 
vardır, onlar bu kadar dikkat de göstermezlerdi. Tevfik Paşa'nın gene bir değeri ve teşekkür 
edilecek tarafı vardır. Ama aslında İstanbul Hükümeti'nin varlığını azaltacak hiç bir muamele 
yapmadıkları kanaatini besliyorlar ve tatbik ediyorlar kanaatinden mülhemdirler. Bağlı oldukları 
saltanat hukukunu koruyorlar, bununla vatanseverliği ve Anadolu'dakilerin gayretlerini mezcetmek 
çaresini mahirane bulmuş olduklarını zannediyorlar. Böyle bir ruh haleti içinde beraberliği 
gösteriyorlardı. 
Şimdi, bu zamandan Büyük Taarruza kadar İtilâf Devletleriyle muhtelif siyasî temaslar ve 
telkinler olmuştur. Bir teklifleri daha vardır, Anadolu ile anlaşmak için. Bu orta teklifler daima 
Yunanlıların İzmir'de kalmalarını esas tutar, kesin kararı zamana talik eder, bir takım, çarelerle 
esası bize kabul ettirmeye çalışır. Böyle teklifler, asıl mühim olanı, İtilâf Devletleri Anadolu'daki 
idareyle, B. M. Meclisi idaresiyle bir anlaşmaya, sulh ile bu ihtilâfı neticelendirmeye heveslidirler, 
razıdırlar, hazırdırlar. Ama Anadolu'daki idare hırçın ve inatçı olmasa. Bu kanaati de telkin ederek 
memlekette tesir yapmaya çalışırlar. Taarruz ihtimali şüpheli görüldükçe askerî zaferin kesin olarak 
elde edilmesi tabiatıyla zihinlerin daimî bir kaygısı ve kuşkusu içinde bulundukça bu çeşit siyasî 
temasların, telkinlerin yapıcıdan ziyade insanı teslimiyete sevk eden önemli bir tesiri vardır. 
Bundan nihayete kadar istifade etmişlerdir. Bunların ordu üzerinde, memleket üzerinde tesiri daima 
olmuştur ve olabilirdi. Bunların her birinin zuhurunda Atatürk yalnız başına ümitsiz mücadeleler 
yapmıştır. Orduya geldiği zaman anlatır, yeni bir teklif, yeni bir müracaat varmış, anlaşıldı, onlar da 
işin iyiye varmayacağını anladılar, bir hal şekliyle bundan çıkalım, nasıl hal şekli bulacağız, kim 
münakaşa etmek isterse, Atatürk bunların karşısına çıkar, esas olarak İzmir'de kalacaklar, aldıkları 
yerleri alacaklar, şimdi bunu memlekete hazmettirmek, kabul ettirmek için nasıl yumuşatıcı veya bir 
dereceye kadar hafifletici çarelerle bu silâhlı çatışmaya son verebilirler, gayret, araştırma bundan 
ibarettir. Biz böyle bir zemine girdiğimiz vakit hiç bir şey kazanmamış, şimdiye kadar çektiğimiz 
eziyetleri heba olarak çekmiş oluruz. Onun için ümit vardır, nihayete kadar dayanalım, mutlaka 
muzaffer olacağız. Böyle bir kanaati kendi yüreğinde sarsılmadan taşımak ve onu bütün 
tereddütlere karşı inandırarak, yalnız inandırarak, yüreğinden inandırarak nihayetine kadar 
dayandırmak, olur olmaz insanın ne yapabileceği, ne düşünebileceği bir iştir. Atatürk'ün varlığını, 
çektiğini, ve tesirini, Millî Mücadeledeki askerî sahadan bahsetmiyorum, görüyorsunuz, Muharebe 
meydanlarında, askerî teşkilâttan, askerî plânlardan bahsetmiyorum. Sırf siyasî idareden, devlet 
idaresi şartlarından ve zamana göre her türlü müeyyidelere malik olan bir İstanbul Hükümeti 
karşısında Anadolu'da kurulmuş bir millî devleti, millî devlet olarak memlekete mal etmek için ne  
güçlükler, ne fedakârlıklar göze almak lâzım-geldiğini hesap ederek düşünmenizi isterim. 
Hükümet bu tarzda teşekkül eder; meclis hakikaten zaman olurdu ki, zaman olmuştur ki, 
meclisin talepleri, idaresi, güçlükleri karşısında nasıl yürüteceğiz bu işi diye ciddî olarak düşündüğü 
zamanlar olmuştur. Meselâ niçin taarruz etmiyorsunuz, hazırlanıyoruz; taarruz ediniz canım, 
hazırlanıyorsunuz; niye hazırlanıyorsunuz? Hesap verin bize. Oturacağız karşı karşıya, işte 
düşman kuvveti bu kadardır, silâh bu kadardır, bizim silâhımızda şu eksiğimiz var, şu eksiğimiz var, 
yahut bu kadardır, şu kadardır bunları söyleyeceğiz, askerlikle, meslekle münasebeti olmayan 
insanlara fennin, sanatın ince ihtimallerini anlatıp kabul ettirmeye çalışacağız. Maddeten imkânı 
olmayan şeyler, ama bunların hepsiyle uğraşmak, döner, dolaşır nihayet Atatürk'ün üzerinde 
kalırdı. 
Sözü siyasî ortamdan biraz da dışarı çıkardık. Bu ilk askerî zaferlerden sonra siyasî 
temaslar başladığı zaman ilk Londra konferansından sonra ertesi sene 1922 Ağustosuna kadar 
geçen zamanda takriben bir seneden fazla bir zamandır. Bu zaman zarfında siyasî temaslar 
kesilmemiştir. Bu siyasî temaslar hem memleket içinde tesir etmeyi, hem de savunma gücünü 
zayıflatmayı hedef alıyordu. Atatürk bunlarla mücadele ediyordu. Nihayet askerî zafer tahakkuk 
etti; askerî zafer tahakkuk ettiği zaman ilk mesele mütarekeden evvelki (Mudanya Mütarekesinden 
evvelki) İzmir teması var. Mütareke esnasında İstanbul Hükümetiyle bir ihtilâf olmadı. Fakat sulh 
konferansı daveti ortaya çıktığı zaman gene sulh, devletin sahibi olarak İstanbul Hükümeti, İtilâf 
Devletleri tarafından başlıca unsur olarak ortaya çıkarıldı. Ve B. M. Meclisi bu ihtimal karşısında 
kaldı. Atatürk bu zamanı, saltanat için verilecek hükmün tam bir zamanı telâkki ederek işi, 
saltanatın kaldırılması ve milletin şimdiye kadar muharebeyi yalnız başına idare ettiği gibi sulhu de, 
meseleleri bilerek fedakârlıkların derecesini ölçerek, alınacak hedefleri tayin etmek yetkisinin B. M. 
Meclisinde bulunması esasına dayandı, sebat etti; nihayet saltanatın kaldırılmasından başka çare 
olmadığına karar verildi. Saltanat kaldırıldı; Hilâfet kaldı. 
Şimdi zaferle İzmir'e gittiğimiz zaman herkes zafer neşesi ile tabiî çok sevinç içinde; bir 
taraftan da İzmir yangını, memleket yangınlarıyla çok üzgün olduğumuz halde, birbirimizin 
duygularının çetin tesiri altında bulunduğumuz bir zamanda, Atatürk sulh yapacağız, sulhtan sonra 
da yapacak işlerimiz vardır, dedi. Bana söylemiştir bunu. Ne yapacak, ne edecek teferruata 
girmeyiz. Bunu şunun için söylüyorum ki, daha Cumhuriyetin ilânından evvel İzmir'e girdiğimiz 
zaman, bu konuşmalar oluyordu. Saltanatın ilgası sulh konferansına davet vesilesi ile meydana 
çıkmış bir ihtiyaç idi. Kurulacak devletin nihayet Cumhuriyet olacağı belli idi. Yakın çevresinde 
Atatürk'ün, biz Cumhuriyeti mutlaka yapılacak, başka bir çaresi olmayan, tabiî bir şey gibi telâkki 
eder zihniyetteydik. Muharebe esnasında bir iki defa da hanedandan şehzadeler bularak 
İstanbul'da, Ankara'da mücadeleyi şehzadelerle beraber yapmak sureti ile padişahın tesirini, 
İstanbul hükümetinin tesirini zayıflatmak veya bertaraf etmek fikrî işlenmiştir. Bunun için 
teşebbüsler olmuştur. Bir şehzade İnebolu'ya kadar geldi. Kabul etmedi onları, çok hürmet ettiğimiz 
Osmanlı devlet ricalinden birisi Anadolu'ya seyahat etmiş, Atatürk'le konuşmuşlar. İsterseniz size 
bir şehzade getirebiliriz diye söylemişler. Atatürk de, cephede idim ben o zaman, İnönü 
muharebeleri arasında oluyor, bir de git İsmet Paşa ile görüş demiş, halbuki o günlerde de artık 
bizim aleyhimizde açıktan Yunan tayyareleri padişahın, şeyhülislâmın idam fetvalarını bizim hatlara 
atıyordu. O günlerde idi İstanbul'da Yunan donanması Boğaz sahillerine yanaşıyor, arada 
kokteyllerde, suarelerde, şehzadelerle, hanedanla beraber ömür sürüyorlardı. Bu haberler hep bize 
geliyordu. Bu esnada onlardan herhangi birini getireceğiz, yeniden memleketin meselelerini 
anlatacağız, bildiği bilmediği kadar onların tesiri altında güç şartları idare etmeye çalışacağız. 
Yalnız beyhude bir müşkülât değil, kabul etmek lâzım ki, kurtuluştan sonra kurulacak yeni devlet 
için kurulacak esaslar bakımından da böyle bir iştirak artık imkânsız hale gelmişti. Aslında biz 
Anadolu harbine, bu kurtuluş harbine gelmeden evvel son Sultan Hamit devri, ondan sonraki 
padişahlardan Vahdettin tam bîr fena niyetin, veya ondan önceki fena niyetle münasebeti olmasa 
da tam bir aczin, ve kuvvetli siyaset adamlarının elinde her mânası ile oyuncak olan hükümdarların 
devrinden geldik. Böyle bir devirden Cihan Harbine geldik ve böyle bir devirden millî mücadeleye 
geçtik. Arkadaşlarımızla en mahrem konuşmalarda bir defa Cumhuriyetten bahs olunduğunu 
bilmem. Onun daha çok müşkülâtı olacağı zannıyla yetişmiştik. Böyle bir mülâhaza düşünmedik. 
Cumhuriyet fikri millî mücadelenin adım adım her safhasında Büyük Millet Meclisi Hükümetiyle  
adım adım bizim kanaatlerimize ve milletin kanaatlerine çakıla çakıla perçinlenmiş olan esaslı bir 
kanaat halinde yerleşmiştir. Çok esaslı bir kanaat halindedir bu bizim için. Böyle geldik biz 
Cumhuriyete. 
Şimdi saltanat kalktı, yalnız halife kaldı. Atatürk, bunu nutkunda da açık olarak söylemiştir, 
saltanatı kaldırıp halifeyi koymakla aslında hanedanı işbaşından ayıran tam bir millî idare kurmuş 
olmadığını takdir ettiğini anlatır. Yalnız tatbikçi olarak o gün başka bir tedbire imkân yok idi, diyor. 
Gerçekte de yoktu. Hilâfetin kalmasıyla, saltanatın kaldırılmasına olan mukavemet de azalmıştır. 
Saltanat kaldırıldı, Cumhuriyet ilân edildi. O zaman eski usullerin ve eski rejimlerin her ne olursa 
olsun muhafazası fikrinde olan muhafazakâr zihniyet gene bir tutamaktan mahrum kalmıştır. Halife 
olacak, o da bir hükümdar demektir. Zaman nasıl götürür bilinmez, elverir ki halifeyi sıkı tutalım, 
diye düşünürlerdi. 
Aslında Cumhuriyetin ilânı dönüş yollarını esasından kapamıştır. Hilâfetin muhafazası 
dönüş ihtimallerini bir takım zihinlerde mahfuz tutmuştur. Hilâfetin kaldırılması ile muhafazakâr 
zihniyetin bütün istinatları sarsılmış ve bertaraf edilmiştir. Bundan sonra yeni devlet meselesi 
ortaya çıktı. Atatürk, söylediğim gibi; daha İzmir'e geldiğimizden itibaren yapacak işlerimiz vardır 
diye yeni cemiyet ve yeni devleti kurmak için bir takım müesseseler düşündüğünü anlatıyordu. 
Ama teferruatı ile başında etraflı bir surette konuşmuş değiliz. Ben değilim. Konuşabildiğimiz 
meseleler vardır, konuşamadığımız meseleler vardır. Belki onun da henüz düşünmediği meseleler 
vardır. Yalnız bir esaslı fikir Atatürk'e daima hâkim olmuştur, bir millî devlet kurulacak, bu devlet 
hem devleti çağdaş medeniyetin esaslarına göre kuracak, hem cemiyeti, Türk cemiyeti, yeni bir 
medeniyet cemiyeti olacak. Bu esaslar üzerinde yürümüştür. Bu yeni devletin esasları, 1923'te 
Cumhuriyet ile ilân olunduğu, 5 sene zarfında 1928'e kadar bu devlet kaza birliği, ordunun 
siyasetten ayrılması, lâik kaydı, 1928'e kadar şapka, yeni takvim, Türk Medenî Kanunu ve Lâtin 
harfleri şeklinde kurulmuştur. Teferruatları bırakıyorum. Başka bir takım ıslahat da vardır ama 
başlıca karakterleri bunlardır. 
Bu çağdaş medeniyet, çağdaş devlet ve çağdaş bir cemiyet fikri, Atatürk'e çok zamandan, 
eskiden beri hâkim olmuştur. Daha muharebe içindeyiz. Büyük Millet Meclisi yeni kurulmuş. 
İstanbul açıkça sefer ilân etmiş, bir senedir iç isyanlarla uğraşıyoruz. Atatürk 1921 başında 
Anayasayı yazmakla meşguldür. İlk Anayasayı o zaman yapmışlardır, 1921'de. Ve bu Anayasada 
Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Bu anayasa, usulü veçhile mütehassıslar, komisyonlar 
düşünmüşler, hazırlamışlar, öyle ilân olunmuştur, değil; evet mütehassıslar, komisyonlar 
çalışmışlardır, ama başında Atatürk gece gündüz ilk evvel bir anayasayı çıkaralım diye çalışmıştır. 
Muharebe içinde, ben şahsen muharebe içinde meşgul olduğum zamanlarda onun dışında olan 
meselelerde mecbur olmadan hiç zihin yormamışımdır. Hem vaktim yoktur, hem o kadar 
dağılamam da, Atatürk hem muharebe eder, hem muharebe ile meşgul olurdu, hem de devletin 
esaslarına değinen noktalarda kendisi harf harf, cümle cümle çalışarak meydana çıkacak şekli 
tespit etmeye çalışırdı. 
Kadınların siyasî hakları: 1934’e kadar kadınlar cemiyete, cumhuriyetle beraber cemiyetin 
her türlü faaliyetine girmişlerdir. Nihayet seçme ve seçilme hakkı 1934'e kadar kalmıştır. 1934'te 
resmen ilân edildi. Türk cemiyetinin her tabakasında, mütevazı ve sade tabakasından ileri okumuş 
tabakasına kadar her dalından hanımları cemiyet içinde vazifeye çağırdık. 
Atatürk'ün bir özelliğini de, zaman ile gelişip tamamıyla belirli bir hale gelen bir özelliğini de 
dikkate almak lâzımdır. O da kurulan devletin Türk Milleti vasıflarına ve medeniyetine istinat etmesi 
fikridir. Buna Türk Milliyetçiliği diyebilirsiniz; onun yanında Türk vasıflarını esas tutma diyebilirsiniz, 
bunu da esaslı bir unsur olarak takip etmiştir. 
Konferansımın sonuna geldik. Bu devleti kurarken Türk milleti üzerine kurmuş olmasının 
belirgin delilleri Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumudur. Bunların her birisiyle ayrı ayrı uzun 
müddet çalıştı ve her birini kudretli bir kültür Kurumu olarak, sağlam bir halde bıraktığına emin idi, 
onları o inanla çalıştırmayı daima arzu ederdi. Bu kurumlar, bıraktığı zamandan beri yeni Türk 
cemiyetini kurmak için büyük ölçüde hizmet etmişlerdir. Bir araştırmaya göre biz evvelce 4-5 sayfa 
bir fikir yazısı veya siyaset yazısı yazdığımız zaman bunun yüzde elliden fazlasını yabancı kelime 
kullanarak yazarmışız. Geçen senelerde yapılan bir hesaba göre yüzde elliden 25'e kadar 
inmişizdir. Türkçe dışındaki kelimeler ancak yüzde 25'e kadar bulunabilmiştir. Ben zannediyorum 
ki, yakından takip ederim, mecliste çok muvaffak olan arkadaşlarımı ve basında çok muvaffak olan 
yazarları görürüm. Kendi kendime bunun ne kadarı yabancıdır, Türk dilinde ne kadar terakki 
etmişizdir diye ölçmeğe çalışırım. Yüzde 10'nun aşağısına kadar da yabancı kelime kullanmayı 
indiren yazılar görmekteyim. Öyle yazılar görüyorum ki geniş bir fikri tahlil ediyor, anlatıyor, uzun 
bir yazıdır, onun içinde Türk kelimesi sayılamayacak olan her milletin kelimeleri ancak yüzde 10 
kadar kullanılır. Her milletin dilinde de bu kadar vardır. 
Bunlar Türk milletinin varlığı üzerine kurulmuş olan müesseselerdir. Türk Tarih Kurumu 
böyle bir müessesedir. Türk Tarih Kurumu bana bugün bu fırsatı verdiği için kendisine hürmet 
duyarım. Konuşmalarımı sabırla dinlediniz, size yüreğim dolusu teşekkürler sunarım. 
















 ∗İsmet İnönü tarafından 10 Kasım 1969 tarihinde Türk Tarih Kurumu tarafından düzenlenen Atatürk’ü  Anma Töreninde yapılan konuşma. 
     Atatürk Konferansları III, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1970.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)