30 Ocak 2014 Perşembe

EŞSİZ BİR KAHRAMANIN DOĞUŞU ( Prof. M. Fuad Köprülü)

EŞSİZ BİR KAHRAMANIN DOĞUŞU∗ 
 Prof. M. Fuad Köprülü 



Şimdi, bir an için gözlerimizi yakın maziye çevirelim ve harp sonu Türkiye’sinin umumî
manzarasına bakalım: Cihan Harbi’nden mağlûp çıkmış bir imparatorluk enkazı. Millî hududu
dahilinde bile kendisine hayat hakkı verilmeyen bir millet. Silâhları elinden alınmış, türlü türlü
entrikalar, fesatlarla manen de parçalanmış, ümidini kaybetmiş, yorgun, bezgin bir halk.
Memleketin en temiz, en idealist tanınmış bir çok evlâtları bile şaşkın, bezgin ümitsiz bir
halde... Parçalanacağı, düşmanlara eli bağlı teslim olunacağı anlaşılan bazı vilâyetlerimizde bazı
zayıf, mütereddit mahallî teşekküller belirmek istidadını gösteriyor; fakat, yurdun tamamiyetini,
Türkün hayat ve istiklâlini kurtarmak imkânlarını kimse tasavvura cesaret bile edemiyor! Bütün,
dünyanın maddî ve manevî vasıtalarını ellerinde tutan galiplerin hükmüne karşı durmak kimin
haddi! O halde ne olacak? Binlerce ve binlerce yıllık varlığında insanlığın her türlü şereflerini
kazanmış olan bu büyük milletin tarihi, böyle zelil ve karanlık bir sahife ile mi kapanacak? İşte o
kara mütareke günlerinde, en metin, en fedakâr insanlar bile bu korkunç düşüncelerle sarsılmışlar,
kuvvetlerini, iradelerini, ümitlerini kaybetmişlerdi; sonsuz gibi duran bu karanlık içinde hiç bir ışık
görünmüyordu... İşte harp sonu Türkiye’sinin ilk bakıştaki manzarası!
Mütareke günlerinin bu korkunç ölüm ve izmihlal levhasıyla, bugünkü Cumhuriyet
Türkiye’sinin hayat hamleleriyle dolu, yüksek, şerefli varlığı arasındaki tezat, Türk inkılâbı gibi
büyük bir mucizeye, beşeriyet asla şahit olmamıştır. Son ölüm dakikalarını yaşadığına hükmedilen
bir millet birden bire canlanıyor; içerideki ve dışarıdaki düşmanlarını mağlup ediyor; istiklâlini tam
manasıyla kazanıyor ve sonra, mütemadi inkılâp hamleleriyle bir Orta Zaman Cemiyeti halinden
kurtularak, yepyeni, ileri bir devlet olarak dünya manzumesinde kendisine lâyık olan şerefli mevkii
alıyor. Bu, hatta bir mucize değil, ondan çok daha büyük bir şeydir! En geniş ve kuvvetli manasıyla
bir milletin kurtuluşu, uyanışı, yükselişidir.
Hanımlar, Beyler,
Tarihin mislini kaydetmediği bu büyük destanın burada kronolojisini yapacak değilim;
çünkü, Mondros'tan Dumlupınar'a, Lozan'a kadar süren Kurtuluş Savaşıyla, Lozan'dan dil
inkılâbına kadar birbirini tamamlayan içtimaî inkılâpları, kültür inkılâbını hep bilirsiniz. Ben burada
sadece millî tarihimizin metodolojisine ve felsefesine ait en esasî bir meseleden bahsetmek
istiyorum; üzerinde durmak istediğim başlıca nokta şudur: İnkılâp tarihimizde en büyük âmil nedir?
Ve bu tarih tetkik edilirken nasıl bir görüş zaviyesinden bakmak lâzımdır ki bu muazzam hâdiseyi
sentetik ve tam şekilde, hayata realiteye uygun olarak anlamak kabil olsun?
Bu hususta izahata girişmeden evvel, müsaadenizle, tarihin amilleri hakkındaki
kanaatlerimi kısaca arz edeyim. Tarihle, tarih felsefesiyle uğraşanlar arasında, tarihin başlıca
amillerini tayin hususunda türlü türlü fikirler vardır: Bazılarına göre tarihin en büyük amili
iktisadî, maddî mahiyettedir; bazıları bunu inkâr ederek manevî, fikrî amilleri ilk plâna alırlar.
Bazı mütefekkirler, büyük adamları ve dâhileri tarihin başlıca amili olarak gösterirler ve tarihin
onlar tarafından yapıldığını söylerler; diğer bir takımı, büyük adamların rolünü kabul etmekle
beraber, onları sadece muhitin bir mahsulü gibi telâkki ederler. İçtimaiyatçılar, tarihçiler, tarih
felsefecileri tarafından bütün meseleler hakkında ileri sürülen fikirleri, hattâ hiç bir tenkit ve
mülâhazaya kalkışmaksızın en basit bir şekilde sıralamak için bile uzun bir zaman ister.
 ∗
 Merhum babam Prof. Fuad Köprülü'nün bu konferansı 16 Mart 1934 de Ateş-Güneş kulübünde verilmiş ve 
bilâhare Ateş-Güneş Kürsüsü Sözlerinden, ikinci kitap adı altında aynı sene içinde mahdud sayıda basılmış ve 
kulübün armağanı olarak dağıtılmıştı. Merhum babamın bu konferansı her ne kadar kendisi hakkında tertip edilmiş bir 
bibliyografyada (Sami N. Özerdim, Prof. Dr. M. Fuad Köprülü Bibliyografyası 1908-1950, Ankara 1951 s. 213) yer 
almışsa da, bu konferansta ileri sürülen fikirler hemen tamamıyla meçhul kalmıştır. Memleketimizin bugün içinde 
bulunduğu şartlar dolayısıyla babamın, Atatürk ve inkılâpları hakkındaki görüşlerini aksettiren bu konferansını hem 
gençlerimiz hem de inkılâp tarihimiz ile uğraşanlar için faydalı olur düşüncesiyle burada tekrar yayınlamağı 
faydalı bulduk. Ancak konferansın 1. kısmını burada tekrar etmeğe lüzum görmedik. (Dr. Orhan F. Köprülü). 
Türk Kültürü Dergisi Atatürk Sayısı, Türk Kültürü Araştırmaları Enstitüsü, Sayı 109, Yıl X, Kasım 1971. 
  
Bundan dolayı, bu hususta yalnız kendi düşüncelerimi anlatmakla iktifa edeceğim. Bence
tarihçi, ne bir filozof, ne de bir içtimaiyatçıdır; binaenaleyh her hangi bir felsefe veya içtimaiyat
sisteminin dar çerçevesine sığınarak, tarihî hâdiseleri daima aynı dar bakış zaviyesinden
görmeğe kalkmamalıdır. Her hangi bir devri her hangi bir hâdiseyi tetkik eden tarihçi, onun
maddî, manevî, maşerî, ferdî her ne mahiyette olursa olsun, uzak yakın bütün amillerini
aramak, onların tesir derecelerini tespite çalışmakla mükelleftir. Tarihi sırf tesadüflerden ibaret
gören Pascal’ın bu çok mübalağalı ifratına düşmemekle beraber, hatta tesadüfü de inkâr
etmemelidir. Tarihin muhtelif hâdiselerinde, bu çeşit amillerin tesir dereceleri değişebilir; asıl iş
her hâdisede bu tesirlerin derecelerini realiteye uygun şekilde gösterebilmektir. Hakikî tarihçinin
gayesi ne bir felsefe sistemi yapmaktır; ne de tarihî hâdiseleri tabiî ve hayatî ilimler şeklinde
kanunlara bağlayabilecek bir tarih ilmi - diğer bir ifade ile - bir umumî içtimaiyat yaratmaktır;
tarihîn vazifesi, sadece, geçmiş bir hayatı yaşatmak ve izah etmektir. Bugün yer yüzündeki en
ciddî tarihçilerin kabul ve tatbik ettikleri prensip işte budur.
İşte, vazifesini bu şekilde anlayan bir tarihçi için, büyük adamların Karlayl'in tabirince
karamanların, tarihin seyri üzerindeki tesirlerini aramak zaruridir. Esasen tarihte en müfrit
determinist olanlar bile bu tesiri inkâr edemiyorlar; yalnız, kahramanı, muhitin bir mahsulü,
hâdiselerin bir neticesi gibi kabul etmek istiyorlar. Halbuki asıl kahraman, asıl büyük adam.,
hâdiselerden doğan değil, hâdiseleri doğurandır: bir netice değil, bir sebeptir. O halde
kahraman muhitinden, zamanından büsbütün ayrı, onunla hiç mukayyet olmayan bir varlık mı
oluyor? Hayır her millet, her muhit, her zaman, ancak kendi kabiliyetine göre bir kahraman
doğurabilir; ve kahraman, mensup olduğu milletin, muhitin, zamanın, asırlardan beri birikmiş en
derin kabiliyetlerini en yüksek bir şekilde ifade eden eşsiz bir mümessildir. Tarihte büyük adam
mefhumunu bu tarzda anlayınca, bu sıfata lâyık olanlara, binlerce yıllık tarihte ne kadar az
rastlandığını görüyoruz.
Böyle kahramanlar nasıl ve ne zaman yetişir? Bunu tayine asla imkân yoktur. Şu ve şu
vasıfları haiz bir millet, bir muhit, şu ve bu vasıflarda bir kahraman yetiştirebilir diyebiliriz; bu,
nihayet, bir "imkân" meselesidir; fakat bunda bir "icap", bir "zaruret" yoktur; bir kahraman
yetiştirmek imkânında olan bir millet, olabilir ki, asırlarca, bunu yetiştiremez. Demek oluyor ki
içtimaî şartlar, bir kahramanın yetişmesi imkânını hazırlıyor; fakat onun yetişip yetişmemesi
ancak "tesadüfe kalıyor; ve ancak talihli milletler, yüzlerce yıl fasılalarla, bir kahraman
yetiştirmek saadetine nail olabiliyorlar.
Hanımlar, Beyler,
Kabil olduğu kadar açık söylemeğe çalıştığım bu kısa izahattan sonra asıl maksadımıza
gelelim. Her hangi mucizeden çok daha büyük olan Türk inkılâbı, yukarıda "kahramanların
tarihteki rolü" hakkında ileri sürülen mütalâaların en parlak bir delilidir. Çünkü, tarihte bir esi
olmayan bu kurtuluş, uyanış ve yükseliş mucizesi, gene tarihte bir eşi olmayan büyük bir
kahramanın eseridir, Gazi inkılâbıdır! Varlığının en buhranlı bir anında Gazi gibi bir kahramana
nail olmak, bir millet için ne büyük bir talihtir! Harp sonu Türkiye’sinin ölüm karanlıklarıyla örtülü
göklerinde bu güneş doğmasaydı, bugünkü Cumhuriyet Türkiye’sinin mevcut olabileceğini
tasavvur kabil midir?..
İşte arkadaşlar, tarihî realiteye sadık kalmak için, inkılâp tarihimizin tetkikinde mutlaka
bu esastan başlamak, bu görüş zaviyesinden bakmak, araştırmalarımızı bu merkez etrafında
toplamak lâzımdır. Çünkü, Gazi, hâdiselerin yarattığı bir şef değil, hadiseleri yaratan bir baştır.
Kurtuluş Savaşı'nın ilk hazırlık günlerinden başlayarak Başkumandan Meydan Muharebesine
kadar geçen bütün hâdiseleri, bütün vesikalara müracaat ederek inceden inceye, dikkatle,
ibretle tahlil ediniz. Başından sonuna kadar, bir tek dimağın, bir tek iradenin, bir tek insanın
yanılmaz ve bükülmez tecellisini göreceksiniz; silâhsız, bezgin, ümitsiz bir milletin bir cihana
galebe edeceğine tek başına inanmış bir kahramanın, Türk ruhunda birikmiş nihayetsiz mânevi
kuvvetleri nasıl şuurlandırdığını, maddileştirdiğini, teşkilâtlandırdığını anlayacaksınız. Büyük
tarihî milletlerin ruhunda nihayetsiz ve esrarlı kuvvetler daima mevcuttur; lâkin o kuvvetlere şuur
ve şekil verecek büyük kahraman, uzun asırlarda bir doğar!
Türk inkılâbının, Kurtuluş Savaşından sonraki muazzam safhalarını düşünecek olursak,  3
o zaman, Gazi'nin hâdiseleri nasıl yarattığını daha iyi anlarız: Saltanat ve Hilâfet gibi muzir
müesseselerin kaldırılması, onların çürük dayanakları olan softalığın ve dervişliğin ilgası, sonra
hukukî ve iktisadî inkılâplar, alfabe inkılâbı, tarih inkılâbı, dil inkılâbı, kütür inkılâbı... Bütün
bunlar, daima aynı dimağın, aynı iradenin, aynı insanın yarattığı, birbirine bağlı, muazzam,
ahenkli bir inkılâp silsilesidir. Memleketin kültür tarihiyle biraz uğraşmış bir adam sıfatıyla,
burada küçük bir meseleye işaret etmek isterim: Bugün, Gazi'nin kudretli elinde, yaşanılan birer
hakikat olan siyasî, içtimaî inkılâplar hakkında elli altmış seneden beri şurada burada bazı
düşünceler ileri sürülmemiş değildir; bunları inceden inceye tetkik edenler daha iyi görüp
anlayacaklardır ki, bunlarla mukayese edilince Gazi inkılâbı, daima ayni yüksek membadan
fışkıran, birbirini tamamlayan, ayni cinsten bir "kül" dür, bir sistemdir. İnkılâp tarihimiz üzerinde
çalışanlar, bu sistemin vahdetini, tecanüsünü, orijinalliğini çok açık olarak anlayabilirler.
İşte görüyorsunuz ki, arkadaşlar, Türk inkılâbının eşsiz yaratıcısı, yalnız bir
cepheden tetkiki kabil bir kahraman değildir; çünkü onun büyük eseri olan inkılâp bir
cepheli değildir. Kurtuluş Savaşı ile başlayan bu inkılâbın siyasî, iktisadî, içtimaî safhaları
ve nihayet muazzam bir kültür safhası vardır ki birbirini tamamlar. Onun için inkılâp tarihçisi de
Gazi'nin engin şahsiyetini anlamağa çalışırken, onun bu muhtelif cephelerini ayrı ayrı tahlil
etmek mecburiyetindedir. Bu küçük konferansa sığdırmak imkânı olmadığı için Türkün bu en
büyük kahramanını, başka mîlletlerin büyük kahramanlarıyla mukayese zevkinden mahrum
kalıyorum. Yalnız şunu söyleyeyim ki, bu mukayeseyi yapacak olan Türk tarihçisi, her
bakımdan, millî kahramanımızın ne kadar eşsiz ve ne kadar üstün olduğunu nihayetsiz bir
gurur ile söyleyebilir. Bu mukayesenin böyle bir netice vermesini gayet tabiî bulmak lâzımdır.
Çünkü Mustafa Kemal gibi bir kahramanı yalnız Türk milleti yetiştirebilirdi!
Arkadaşlar,
Şahsî varlığını pek çoktan beri millet sevgisi ve millet ülküsü, içinde eriten Büyük Gazi'miz,
muhtelif vesilelerle, bütün bu muazzam inkılâplarını aziz milletine mal etti. Hattâ, tarihin mislini
kaydetmediği bir büyüklük daha göstererek, "milletine, henüz istediği gibi hizmet edemediğini"
söyledi. Böylece, bugünkü ve yarınki nesillere inkılâp ahlâkının ne demek olduğunu anlattı! Türk
milletinin, Türk ülküsünün ebedî timsali olan Gazi böyle söyleyebilir; çünkü ferdî mevcudiyetini
millî varlık içinde eritmiştir; fakat, Türk milleti de kendinin maddî ve manevî varlığını kurtaran
bu en büyük evlâdına yedisinden yetmişine kadar ayni yürekten kopan bir sesle diyor ki:
-Hakkın var; bütün bu inkılâplar benimdir, benim malımdır. Çünkü, onları yaratan sen
benimsin. Ben olmasam sen olmazdın; fakat, sen olmasan ben ne olurdum?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)