30 Ocak 2014 Perşembe

ATATÜRK ( Prof. Ahmet Hamdi TANPINAR )

ATATÜRK(∗)

 Prof. Ahmet Hamdi TANPINAR 

Atatürk gibi millî varlığın her alanında yaratıcı eserler bırakan, dehasının mucizesiyle
bütün millî hayatı yoğurup dirilten bir insandan bahsetmek daima güç bir şeydir. Çünkü
Atatürk'ten bahsetmek, fânilerin diliyle bîr mucizeler zincirini anlatmak demektir. Mucize, mucize
ile anlatılır. Onun içindir ki kahramanların gerçek yüzleri ancak sanatta görülür.
Atatürk, büyük ve şümullü manasıyla kahramandır. Bu kelimenin manasında gerçek bir
vuzuhu, elle tutulacak, gözle görülecek, zaman içinde bir yıldız mahreki (yörünge) gibi nurlu izi
takip edilebilecek bir misalin getirebileceği vuzuhu isteyenler onun hayatına bakmalıdırlar.
Kahraman nedir? Eski trajedi; kahramanı, kaderle pençeleşen adam diye vasıflandırır.
Atatürk bu mücadeleyi kendi nefsi için değil, bir milletin hayatı için yapmış ve ondan muzaffer
olarak çıkmıştır. Onun için Türk milletinin millî kahramanıdır. Bu gün kendi yurdumuzda hür ve
müstakil, yaşama haklarımıza sahip, toplu ve nefsimize karşı saygıyla, güvenle dolu
yaşıyorsak bu onun, milletimizin talihine karşı kazandığı zafer sayesindedir.
Bununla beraber, bu kadar büyük bir işi ne basit unsurlarla yapar! Onun hayatına
bakarken bir daha görüyoruz ki, deha dediğimiz şey, yaratılışın bir ucubesi değil, sadece
fânilere nadir bahşettiği bir kudretidir.
Gerçekten, Atatürk'ün hayatı, vazife duygusunun, memleket ve millet sevgisinin, imanın
ve iradenin beraberce ördükleri bir kumaşa benzer. Onu harekete getiren bu büyük
zembereklere, hâdiseleri sezmek ve anlatmaktaki kudretini, büyük realite duygusunu,
tasarlama ve yapmadaki o imkânsız denebilecek isabetini, bir de, gerçek manasıyla önder
doğmuş olanlara mahsus şahsî cazibeyi ilâve edersek, bize bugünü ve onun nimetlerini
hazırlayan, Türk milletine gelecek nesillerin serbestçe çalışması ve kendi imkânlarını
gerçekleştirmek için hür ve müstakil bir yurda sahip olmanın emniyetini bahşeden bir hayatın
büyük vasıflarını hulâsa etmiş oluruz.
Kahraman kelimesinin manasını duyabilmek için, onun hayatını görmek ve üzerinde
düşünmek yeter, dedim. Şimdi bu hayatın bir noktasına işaret etmek isterim: Bu deha,
etrafındaki olaylarla beraber, adeta bazı panzehirler, insanlığa teselli, ümit ve şifa veren bazı
büyük, kurtarıcı fikirler gibi, onların cevherinden doğmuştur, diyebilirim.
Tanınmış bir tarihçi: “Dünya, gömlek değiştireceği zamanlarda hâdiseler mukadder bir
mahiyet alır” der. İşte Atatürk, bu yolundan şaşmaz kader mahiyetli hâdiseleri, daha zengin bir
iradeyle, adeta bir milletin yaşama iradesinin tek bir şahısta toplandığına inandıran bir kudretle
günü gününe, saati saatine karşılayan, onlarla beraber ölçüleri büyüyen, genişleyen, kudreti
artan insandı.
Denebilir ki Atatürk'ün dehası, milletine gerçekten hizmet edebilecek bir çağa geldikten
sonra, millî hayatı tehdit eden tehlikeler nispetinde büyümüş, gelişmiştir. Hayatına baktığımız
zaman, bu hayatın bize önceden çizilmiş bir yol gibi muntazaman, sade ve son derecede tabii
görünmesinin sırrı buradadır. Asıl olan yaşamak olduğuna göre, bir hastalığın bir afetin, bir
kazanın karşılanması kadar tabii ne olabilir?
Fakat bir an kendimizi tereddüdün, şüphenin ifritine terk ederek, kendi kendimize
soralım: “Mukadder görünen bir akıbetin bu kadar zamanında, bu kadar isabetli bir şekilde
karşılanması kadar insanı şaşırtabilecek ne vardır?”
Ben, Atatürk'ün hayatından bugün için ve yarın için alınabilecek en büyük dersin; ters
tarafından sorulmuş sualde olduğuna inanıyorum. Gerçekten, Mustafa Kemal'in dehası, daima
gününün meseleleriyle onların içinde, onların havasında yaşadı. Onu herhangi büyük bir
kumandan, büyük ve başarılı bir politika adamından daha üstün, çok üstün, çok yaratıcı yapan
 ∗
 Prof. Ahmet Hamdi TANPINAR tarafından 10 Kasım 1960 tarihinde Atatürk’ü Anma Töreni kapsamında yapılan konuşma. Atatürk’ü Anarken (10-17 Kasım 1960), Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1960.  

şey, bir tek adamın zekâsını bir milletin hayatında bu kadar şümullü bir merhale haline getiren
cemiyet meseleleri üzerinde kendi kendisini böyle teksif etmiş olması, bütün varlığını onların
emrine vermesi, şahsiyetini onlarda idrak etmesidir.
Bir milletin yaşama iradesini en lâzım olduğu bir anda kendi nefsinde yaratıcı bir
kudret halinde hazır bulabilmek ve bir ocaktan, merkezî bir yıldızdan dağılan aydınlık gibi, onu
tam zamanında etrafa dağıtabilmek için, ilkin o milletin içinden yetişmek, sonra da bütün
ömrünce onu yaşamak tabiî şarttır. Bizzat kendisi: “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız
yurdun bağrından çıktığımız Türk Milletinin ve bir de milletle tarihinin bin bir facia ve ıstırap
kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticeleridir.” derken bunu söylemiş oluyor.
Vatanının, milletinin, insanlığın ıstırabını şahsî bir tecrübe ve talih gibi yaşadığı içindir ki
Mustafa Kemal kahramandır. Bu tecrübeyi şahsî dehasıyla bir kurtuluş kapısı yaptığı için de
eşsizdir.
Vefalı silâh arkadaşı İsmet İnönü, onun maneviyatına “Eşsiz kahraman Atatürk” diye hitap
ediyordu. Biz de onun ardından şöyle hitap edelim:
"Eşsiz kahraman Atatürk; sen efendi bir milletin acılarıyla beslendin. Hicretler,
yangınlar, ölüm tehlikesi, yıkılmış ocaklar, İstikbal emniyetini kaybetmiş nesiller senin dehanı
acılarıyla büyüttü. Onun içindir ki adın bu milletin göklerinde bir yıldız gibi parlak ve engin
akislerle doğdu. Onun için adımların nereye döndü ise, yaratılış ve talih oraya feyzini cömertçe
döktü. Onun içindir ki her davetine bütün millet, bütün vatan ve tarih cevap verdi. Sen,
etrafındaki topluluğa bir Tanrıya bakar gibi bakmıştın; onun için iraden sınırsız, imanının
yaratıcılığı sonsuzdu. Onun için zafer melekleri, topuğunun izinden ayrılmadılar ve sen,
mağlubiyetin zehrini bütün ömrünce tatmadın..."
Mustafa Kemal'in öz babası Türk tarihi, anası da Türk milletidir. Bununla beraber, 1880
yılında Selanik'te, eski bir memur olan ve kereste ticaretiyle geçinen Ali Rıza Efendi ile
Zübeyde Hanımın sulbünden dünyaya geldi. Bu doğuş, beraberinde üç şart getiriyordu: Halk
içinden yetişmişti, refah vasıtaları kıt bir zümreye mensuptu, ıstırabı, yoksulluğu genç yaşında
tatmıştı. İstikbali ve emniyeti; yabancı, ihtiraslı unsurların azgınlığı ile her an tehdit altında
bulunan, etrafındaki tehlikenin şuuruna halka mahsus hassaslıkla sahip Rumeli Türklüğü içinde
büyüdü. Belki de zekâsının hâdiseler karşısındaki o daimî uyanıklığı bu sonuncu şarttan geliyor.
Mustafa Kemal'in çocukluk, ilk gençlik yılları, Balkan komitacılarının dört bir yanı yangına,
kana boyadıkları yıllarda geçer.
Selanik'te, Şemsî Efendi Mektebinde okudu. Sırasıyla Selanik Askerî Rüştiyesinde,
Manastır İdadisinde Harbiye'ye hazırlık tahsilini yaptı. 1904’de Erkânıharp Yüzbaşısı olarak
tahsil hayatını bitirdi ve başarılarına mükâfat olarak, diplomasını alır almaz tevkif edildi. Birkaç
aylık mevkufluktan sonra Şam'a gönderildi.
Atatürk'ün gençlik yılları, İkinci Abdülhamit saltanatının sonuna doğru bütün memleketi bir
sıtma gibi kavrayan o ruh gerginliği içinde geçer. Milleti vehmiyle adeta bir mumya halinde sarıp
sarmalayan ve koskoca İmparatorluk ülkesini bir hasta odası gibi sessiz sedasız yapan İkinci
Abdülhamit zamanının son nesilleri, hükümdar makamında sadece bir “gasıb” görüyorlar ve
millî hayatı bu kadar sefil bir şekilde çürüten bir idareye karşı en haklı bir asabiyeti
taşıyorlardı.
Mustafa Kemal, bu ruh haletinde devriyle beraberdi. Nesil arkadaşlarından farkı,
yaratılışının imtiyazları olan şahsî kudretiydi. 1904 yılında, mesleğine âşık yepyeni üniforması
sırtında, yüzünde sebebini daha bilmediği mevkufluk günlerinden kalma hafif bir sarılık,
adımlarını derin bir istikbal kaygısı içinde atan, içindeki ıstırap, ümit, yaşamak hırsı, aydınlığın
bir şarkısı gibi, her an coşmaya hazır bu genç adama dikkat edin: o, nesillerin rüyasını kendi
nabzının ahenginde duyan adamdır. Başının üstünde çalkanan havada hür ve mesut bir vatanın
istikbali kanat açmış gibidir.
Daha 1906 dan itibaren genç Mustafa Kemal'i nesline rehberlik eder görüyoruz. O sene
Şam'da, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurarlar. Fikirlerini yaymak için gizlice Selanik’e gider.
Tehlikeden gözünü saklamamakla beraber, sevimli ve azim taşan hüviyetiyle etrafına kendisini
kabul ettirmesini bildiği için, bu gizli yolculuğun akıbetleriyle karşılaşmak şöyle dursun, 1907 de
kendisini, Kolağası rütbesiyle Makedonya'da Üçüncü Kolordu emrine tayin ettirmeğe muvaffak
olur. Atatürk, bütün ömrünce, iradesini etrafına kabul ettirecektir. İnsanlarla yüz yüze geldiği
zaman daima onun istediği olacaktır.
Genç Atatürk, Makedonya'da kaldığı yıllar içinde, sonradan her gireceği yerde olduğu gibi,
Üçüncü Ordunun ruhu olur. Bütün rütbeler, kıdemler, tecrübeler; adımlarını başarılı hayatının
henüz eşiğinde deneyen bu genç adamın çalışkanlığı, anlayışı, derhal etrafını tesir altına alan
otoritesi ve daima haklı tenkidi karşısında silinir. İkinci Meşrutiyete takaddüm eden ordu
hareketlerinde, fikir alış verişinde o, en ön safta görünüyor. Biraz sonra 31 Mart irticai olduğu
zaman, genç Meşrutiyetin haklarını korumak için İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nun Erkân-ı
harbiye Reisi gene kendisidir. Ve bu Orduya derhal benimsenen Hareket Ordusu adını o
vermiştir. Fakat İstanbul'da kalmaz. Biraz sonra kıtasına döner.
Mustafa Kemal'de mühim olan bir hususiyet de budur. O, en çaresiz kaldığı zamanlarda
bile, iktidar mevkii île pazarlığa girmemiş, hiç bir suretle beğenmediği fikirlere tavizler vermemiş,
müspet hareket halinde olmadığı zaman, açık ve daima haklı bir itiraz halinde yaşamıştır.
Bu sefer de öyle oldu. Kıtayı, müspet işi, kendisine fikirlerini tatbik edecek bir çalışma
sahası vermeyeceklerini bildiği politikaya tercih etti. Selanik'te, zabit talimgâhında, kumandan
sıfatıyla meslektaşlarını yetiştirmeye çalıştı. Gene Kolağası rütbesiyle sırf enerjisini yıpratmak
için tayin ettikleri alay kumandanlığını da, bütün etrafına kendi şahsiyetini kabul ettirmek
şartıyla, başarıyla yaptı.
Nihayet onu kıskananlar, tahrik bahanesiyle, İstanbul'a naklini temin ettiler. Bu nakilden
Trablusgarp harbine kadar, Mustafa Kemal adı, kapalı dost ve arkadaş çevrelerinin tanıdığı bir
addır.
1911’de Bingazi'dedir. Tobruk'ta, daha sonra Derne'de yaptığı muharebelerde, en son
merhalesi 30 Ağustos 1922 de kazandığı Büyük Zafer olan başarılı muharebeler zinciri başlar. O
yıl binbaşı rütbesini alır. 1912 de, Balkan harbinin ölüm kasırgası içinde vatana döner. Ne
rütbesi, ne de zaman, bu harbin felâketlerini önleyebilecek imkânları ona veremezdi. Genç yaşı
onu, kendisine gösterilen işi yapmağa mecbur ediyordu. Akdeniz Boğazı Mürettep Kuvvetleri
Harekât Şubesi Müdürü olur. Bu suretle Edirne'yi istirdat eden Bolayır Kolordusunun Erkân-ı
harbiye reisliğini yaptı.
Mustafa Kemal'in vatan işlerindeki tecrübesi, sezişi, bu iki muharebe ile ve1908’den
1913’e kadar geçen zamanı dolduran hâdiselerle, Devlet mekanizmasının fena işlediğini açıkça
görecek kadar olgunlaşmıştı. Gelecek yılların Anafartalar Kahramanı, Umumi Harbin ilk aylarına;
bu harbe takaddüm eden gergin senenin hâdiseleri gibi, arkadaşı Fethi Beyin sefir olduğu
Sofya'da ataşemiliter sıfatıyla şahit oldu.
Birbiri ardınca yaptığı ısrarlar neticesinde, nihayet orduda faal bir vazife aldı. Kıta hayatı
onun cenneti idi. Her gün biraz daha mükemmelleştirdiği küçücük dünyasına yeniden kavuştu.
Her gittiği yerde, idaresine aldığı kıtanın manzarası birkaç hafta içinde değişiveriyordu.
Emrine verilen ve teşekkülünü bilgili avuçları içinde yapan On dokuzuncu Fırka ile, 25 Nisan
1915’den sonra ve kendi iradesiyle, İmparatorluğun asırlık payitahtını tehdit eden Arıburnu
muharebelerine iştirak etti. 19 Mayıs 1915 de Miralay oldu. Onun hayatında daha mucizeli bir 19
Mayıs göreceğiz. Tıpkı aynı yılın 6 ve 7 Ağustosu ile 19 Ağustosunun, 1922 senesi Ağustosunu
müjdelemesi gibi... Umumi Harbin keşmekeşi, acıları, içinde, Türk milletinin yüzünü güldüren,
ancak bu tarihlerde Anafartalar'da, Conkbayırı'nda, Kocatepe'de kazanılan zaferlerdir. Sonunda
o kadar üstün vasıtalarla hazırlanmış bir seferi, müttefiklere yarıda bıraktıran bu zaferlerin bir
neticesi, payitahtın istilâdan kurtulması îdi. Fakat bundan büyük bir neticesi daha vardı: daha
sonra gelecek felâket yıllarında milletimizin başına geçecek olan büyük asker, meslek
tecrübesini bu muharebelerde tamamlamış oluyordu.
1916 yılının 7 ve 8 Ağustos günleri, Mirliva Mustafa Kemal Paşa’nın Şark cephesindeki
başarılarını kaydeder. Bitlis'in, Muş'un istirdadına muvaffak olan genç kumandan, 1917’de
Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Kumandanlığına tayin edilir ve Şam'da Enver, Cemal Paşalarla yaptığı
bir mülakatta, bu harpten nispeten zararsız çıkabilmek için cenup cephesinde alınması gereken
tedbirleri onlara anlatır. Fakat Hicaz'ın tahliyesine ve bütün kuvvetlerin geriye alınarak Suriye'de
tam bir müdafaa cephesi kurulmasına onları ikna edemediği için bu vazifeden ayrılır. Bu tarihten
itibaren Başkumandanlık Vekâleti ile tam bir mücadele halindedir.
Diğer taraftan, memleket içindeki Alman baskısına karşı en ateşli itiraz ondan gelir. Veliaht
Vahdettin ile yaptığı kısa Almanya seyahati, müttefik memleketlerde de işlerin ne kadar fena
gittiğini gösterir. Bütün hayatınca sahip olduğu realite duygusu, ona daima hakikî vaziyeti
gösteriyordu. Yıldırım Orduları Grubundaki Yedinci Ordunun, sonra da bütün grubun ve Suriye
cephesinin kumandasını aldı.
Mukadderatı yabancı memleket cephelerinde halledilecek olan ve umumî manzarasında
bütün dünyayı saran bir muharebede ve bizim tarafımızdan daha başlangıcında o kadar büyük
hatalarla ve bir yığın idaresizlikle tabii yolundan çıkarılan bîr harpte tek başına bir Mustafa
Kemal ne yapabilirdi?
Yapabileceğini yaptı. Yani kendisinden başka pek az insanın yapabileceği şeyleri...
Elindeki kuvveti dağıtmadan, hareket kabiliyetini kaybetmeden harbin zaruretlerini kabul etti.
Üstün kuvvetler karşısında ordusunu ezdirmedi, memleket çocuklarının kanını elinden geldiği
kadar esirgeyerek, Halep'in üstüne muntazam bir şekilde çekildi. Zaten 30 ilkteşrinde Mondros
mütarekesi imzalanmıştı.
Şimdi, üstün kuvvet karşısında, mağlûp düşen ordunun vazifesini sonuna kadar şerefle
yapmış bu genç general İstanbul'dadır. Gittiği her yerde, Şişli’deki evinde, güvendiği
arkadaşlarıyla vaziyeti açıkça konuşarak sağa sola, ahvalin vahimliğini azaltacak, gelecek günleri
sağlayacak tedbirler tavsiye ederek, hâdiselerin gidişini dikkatle takip etmektedir. Hiç bir şey,
1919 yılının 19 Mayısına kadar, bu işsiz generalin İstanbul'daki hayatı kadar alâka verici
olamaz. Bütün İstiklâl Savaşı ve ondan sonraki başarılar, bu günlerin içinde hazırlanmışa
benzer. Her gün Harbiye Nezaretine gidip gelişinde resmî makamlarla temasında kafasından
geçen düşünceleri tam bir şekilde görmeyi ne kadar isterdik.
Sokaklarını, üstün bir deha ile dövüştüğü düşman askerlerinin doldurduğu, geniş bir ufka
bakan her penceresinden ateşini Anafartalar'da hiçe saydığı dritnot toplarının tehdidini
gördüğü bu şehirde o, şüphesiz, kafeste bir aslan gibi sıkılıyor ve ıstırap çekiyordu. Üstelik her
dinlediği adam, her gördüğü şey ona, kullanmasını bilen bir insanın elinde o kadar büyük şeylerin
başarılmasına yarayacak olan birçok imkânların, ihanete kadar giden bir acemilik ve
anlayışsızlık yahut ihanetin ta kendisi olan bir gayretsizlik yüzünden boşa gittiğini gösteriyordu.
Bütün bir Devlet, birtakım müphem kelimelere ve köksüz ümitlere sarılmış, müttefiklerin atıfetini
bekliyor, daha doğrusu, koskoca bir milleti bir yığın küçük ve şahsî menfaatler uğrunda
rastgelen ihtirasa teslim ediyorlardı. Başta saray olmak üzere, son tahtasına kadar çürümüş
olan İmparatorluk gemisi, ihanetin denizinde pupa yelken gidiyordu. Buna karşılık, bütün vatan,
tehlikeli bir istikbal korkusu içinde idi.
Mütarekenin acı günleri... Bizim nesil, vatan ıstırabını, umumi felâket denen şeyin ne
olduğunu o yıllarda öğrendi. Bütün bir millet, ölülerine ağlamasını unutmuştu. Dört yanda talih
demircileri, fâtih bir millete bukağılar, esirlik zincirleri dövüyordu. Çocuklar boynu bükük doğuyor,
ihtiyarlar kefen diye şerefsizliğe sarılmaktan korkuyorlardı. Küçük menfaatler, hasis endişeler
uğrunda kendini satan vicdanlar, bütün bir tarihi pazara çıkarıyorlar, birtakım kirli ağızlar, adalet
namına, asil milletimize en çirkin isnatlarda bulunuyorlardı. İstanbul sularında düşman zırhlıları,
İstanbul sokaklarında yabancı orduların askerleri vardı. Evet, bütün bunlar vardı. Fakat yanında
başka şeyler de vardı: Şişli'deki evinde Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye'deki küçük ahşap
evinde İsmet Bey, Fevzi Paşa vardı. Cevat Paşa birbiri ardınca geldiği vazifelerde ölüme kadar
çarpışmaya yeminli bir dümdar fırkası gibi, kendisinden vatan namına onların her istediğini
yapıyordu. Mağlûp ordunun genç, yaşlı birçok zabiti, şurada burada iş başına çağırılacakları
zamanı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Anadolu'nun buğdaysız ambarlarından ümit ve iman taşıyor,
cephe artığı neferler, nasılsa kurtuldukları devin ağzına, inandıkları ve sevdikleri kıymetler
uğrunda, yeniden atılmayı istiyorlar; genç kadınlar, hür bir vatanda erkeğine ağlamayı esirlik
zinciri altındaki sevgiye tercih ediyorlardı.
İstanbul'da, Anadolu şehirlerinde, küçük kasabalarda, gizliden gizliye bir sıtma, hürriyet ve
istiklâl uğruna yeniden silâha sarılmanın sıtması dolaşıyordu. Fakat bu tek tek yanan iman
ocaklarını birleştirmek, fevri asabiyetlere istikamet ve nizam vermek lâzımdı. Bunu ancak o
yapabilirdi. Bunu kendisi de biliyor ve bu ocağı tutuşturmanın imkânlarım arıyordu. Kafasında
her gün bir yığın fikir yoğruluyor, bunları, güvendiği silâh arkadaşlarıyla konuşuyordu. Nihayet
bu fikirler vazıh şeklini aldı. Anadolu'ya geçmek, orada bir mukavemetin temelini kurmak
lâzımdı. Türk milletinin yaşama hakkını yeni baştan fethetmesi için dövüşmesi zaruri idi.
Fakat Anadolu'ya nasıl geçecekti? Burada talih kendisine yardım etti. Nihayet hükümet,
faaliyeti yavaş yavaş etrafta hissedilen genç kumandanı, fikirleri miskin teslimiyetinde kendisini
rahatsız eden bu imanlı insanı Anadolu'ya, bir tarafa göndermeğe karar verir.
İkna etme kabiliyetiyle, biraz da tesadüflerin yardımıyla, o hakikî manasında bir
uzaklaştırma olan bu memuriyeti, üçüncü ordu umumî müfettişliği adı altında, geniş salâhiyeti
dört vilâyete ve iki müstakil mutasarrıflığa şamil bir kuvvet haline getirdi.
Nihayet, 14 Mayıs 1919’da İstanbul'dan ayrıldı. 19 Mayıs'ta Samsun'da Anadolu'ya, hür
vatan toprağına adım attı. Bu sonuncu tarih, gerçekten mühimdir. Çünkü onunla yeni bir takvime
gireriz. Türk yılı yeni bir manaya bürünür. 19 Mayısı; 23 Nisan, Birinci İnönü Zaferinin tarihi olan
ikinci kânunu İkinci İnönü Zaferinin 1 Nisanı, Sakarya'nın 15 Eylülü ve nihayet 30 Ağustos ve 29
ilkteşrin takip ederler. Bunların yanı başında, Mondros'a cevap olan Mudanya; Sevr'i bir
paçavra haline getiren Lozan, ve nihayet hepsinin üstünde vatan göklerini bir elmas parçası gibi
aydınlıkla dolduran Kurtuluş güneşi vardır.
19 Mayısla Mustafa Kemal Paşa da değişir; artık o, sadece bir devletin kumandanı
değildir; bundan daha fazla bir şeydir: Günün beklediği adam, vatan sularının çağlarken
doğacağını müjdelediği insan, halkın içinden doğmuş adam, gelecek zamana şahsiyetinin
damgasını vuracak ve yetişecek nesillerin, gerçek atası olacak insandır. Hulâsa, artık
beklenilen ve tam zamanında kurtarıcı ve kahramandır... Yaptığı iş de sadece bir muharebe
değildir; o, bundan sonra, bir milletin talihiyle baş başadır. Kendi bulduğu tabirle bir vatanın
makûs talihini yenmesi lâzımdır...
O, Anadolu'ya adım atar atmaz, bu talih birden bire değişir. Burada İstiklâl Harbi’nin
bütün tarihini anlatacak değilim; fakat zaferin ne kadar çetin imtihanlardan sonra bize
güldüğünü hatırlamamız lâzımdır. Memleketin dört bucağı yangın içindeydi. Cephelerdeki
savaşlardan başka, her an içerdeki galeyanı tutmak, ihanetin yer yer tutuşturduğunu söndürmek
lâzımdı. Onu ve arkadaşlarım bu çetin yılların içinde nasıl ve ne gözle gördük? Üstünde onların
yürüdüklerini bildiğimiz için vatan coğrafyası bize yıldız parıltısı içinde boğulmuş görünürdü.
Adlarını anmak, gırtlağımıza sarılmak için kapıda bekleyen ümitsizliğin sesini kısmaya kâfi
geliyordu.
İstiklâl Savaşı, bir muharebe olması sıfatıyla, bütün diğer muharebelere benzer. Fakat
onlardan bir noktada ayrılır: Çünkü behemehal kazanılması lâzım gelen bir muharebe idi. Bu
oyun, uçurum kenarında ya ölüm, ya kurtuluş diyerek oynanıyordu. Onun içindir ki, zamanın
akışı içinde şöyle bir arıza, geçici bir hal değildi. Ya bir başlangıç, yahut katı ve ümitsiz bir son
olabilirdi... Kazanıldı. Gelecek hayatın başlangıcı oldu. Vatan yeniden kuruldu.
Bundan sonra Türk milletinin gelecek zaman içinde varacağı her başarı, onun hesabına
kaydedilecektir. Millî hayatın her sahasında, bundan böyle, bu memleketin çocuklarına nasip
olacak her eser, bu çetin yılların içinde dövüşen orduların şehit ve gazilerine, subay ve
komutanlarına ithaf edilecektir.
Bu demektir ki, her eser, her başarı; essiz kahramana, görmeden, adlarını bilmeden
yaşama hakları için kaderle savaştığı vatan evlâtlarının gelecek zamanın kulelerinden altın şafak
kümeleri gibi uçacak olan milyonlarca kuşun şükranı olacaktır.
Çünkü onlar, onun ve arkadaşlarının gördükleri zafer rüyasından doğacaklardır. Fakat
Atatürk, sade İstiklâl Harbini kazanmakla kalmadı; o kadar güçlükle ve imkânsız şartlar içinde
gerçekleşen istiklâl ülküsünden sonra, yeni ve içtimaî mücadele geldi. Sırtından Gazi Müşir
Kemal üniformasını çıkardığı günden itibaren, Türk milleti yeni bir Mustafa Kemal ile İnkılâpçı
Mustafa Kemal ile karşılaştı.
Anafartalar'dan Dumlupınar'a kadar birbirini bir yıldız kervanı gibi takip eden zaferlerden
sonra, millî hayatına her sahasındaki inkılâplar başladı.
Halk içinde, memleket işleri içinde, bin türlü tecrübe ile geçen bir ömür, şimdi bu
tecrübenin meyvelerini verecek, yurda yeni bir hayatın kapılarını açacak, düşman
süngüsünden ve esirlik zincirinden kurtardığı milleti, yarı ölü inançların, bir paça bağından
başka bir şey olmayan eskimiş kıymetlerin istibdadından da kurtaracaktır..
İlk işi, kurtarılan vatanın gelecek zaman içindeki emniyetini kuracak olan Cumhuriyet rejimi,
bu inkılâpların başında gelir. Sonra birbiri ardınca geniş dünya ile aramızdaki duvarlar kalkar,
yavaş yavaş Türk milleti muasır hayatın içinde kendini idrak eder oldu.
Nihayet 1938 de, bu mucizeli insanın fâni hayatı sona erdi. Onun için öldü demek biraz
güç, hatta manasız bir şeydir. Bütün hayatında topluluğa bu kadar inanmış olan bir ruh, elbette
ki o topluluğun manevî hüviyetinde ebediyen yaşayacaktır.
Ne mutlu o milletlere ki, Atatürk gibi evlâtlar yetiştirir. Ne mutlu o insanlara ki, hayat
levhasından adlarını silmeye ölüm yetmez, hatıraları gönüllerde, sevginin solmak bilmeyen
ağacı gibi yaşar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)