28 Aralık 2013 Cumartesi

OSMANLI'DA İŞKNECE,CELLAT VE İDAM

Osmanlıda İşkence
                         Osmanlıda İşkence
 Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde binlerce suçlu ya da suçsuz insan cellatların pençesi altında ruhunu teslim etmiştir. Bazısı işlediği bir cinayetten dolayı, bazısı uğradığı bir iftiranın ya da bir kinin sonucu, bazısı devlete ihanet etmenin bedeli olarak, bazısı ise kurunun yanında yaş da yanar misali… Osmanlı’da padişahın yetkilerini kısıtlayan bir düzenleme olmadığı için kimisi de ağızdan çıkan bir “katledilsin” buyruğu ile.  Şanslı olanlar boyunlarına geçirilen yağlı bir urgan ya da kafalarını uçuran bir satır ile canlarını verirken, şanssız olanlar ise uzun süren işkenceler altında inleyerek canlarını vermiştir.

Osmanlı Devleti’nde hangi suçlara ölüm cezasının uygulanacağının iki kaynağı vardı. Bunların birincisi şeriat hukuku idi ve kaynağı Kuran’dı. Diğeri ise sultanın kendi yetkisine dayanarak koyduğu yasalardan kaynaklanan örfi hukuk idi. Şeriat hukukunda ölüm cezası verilecek suçlar sınırlı idi. Yalnızca Allah’a karşı işlenen sınıfına dahil olan suçlara ölüm cezası uygulanıyordu. Örfi hukukun kapsamı ise daha genişti.  Kanunnamelerle kimi zaman hangi suçlara ölüm cezası verileceği somutlaştırılsa da, yine de kadıların takdir yetkisi gayet geniş tutulmuştu. Ama asıl tehlike, padişahların hiçbir sınırlamaya bağlı kalmaksızın ölüm cezası verme haklarının olmasıydı.


Osmanlı’da Kurumsal Olarak Cellatlık

Osmanlı Devleti’nde cellatlık kurumu, başında bir cellatbaşının bulunduğu ve sayıları devrine göre değişen cellatlardan oluşurdu. Hepsi aslen Çingene olan bu cellatlar ve cellatbaşı, Bostancıbaşı’nın emrinde görev yaparlardı.  İdam edilecek kişi hakkındaki hüküm bizzat Bostancıbaşı’na tebliğ edilir, hakkında hüküm verilen kişi önemli bir kişiyse Bostancıbaşı idama mutlaka eşlik ederdi. İdamları cellatbaşı yeteneğine en çok güvendiği bir ya da iki cellatla infaz ederdi ki, bu cellatlara “cellat yamağı” adı verilirdi.


Bostancıbaşı Osmanlı sarayının en yüksek dereceli memurlarından biri olup, başlıca görevi emrindeki bostancılarla birlikte hem padişahın hem sarayın güvenliği sağlamaktı. Aynı zamanda İstanbul’daki tüm sahillerin ve limanların güvenliği ve düzeni yine Bostancıbaşı’nın sorumluluğu altındaydı.


Hüküm verilen kişi siyasi bir mahkum ise ceza yağlı kementle boğmak şeklinde infaz edilirdi. Kimi zaman hükmün infazından sonra suçlunun başı “şifre” adı verilen son derece keskin bir ustura ile gövdesinden ayrılırdı. Kesik başlar ise halka korku salmak için kişinin derecesine göre sergilenirdi. Vezir-i azamların, vezirlerin ve yüksek dereceli memurların kelleleri Topkapı Sarayı’ndaki ortakapının yanındaki mermer sütunun yanında gümüş bir tepsi içerisinde teşhir edilirdi. Diğer memurların kelleleri ise derecelerine göre ya tahtadan bir tepside ya da doğrudan yere bırakılarak sergilenirdi.


Daha önceden sabıkası bulunan hırsızlar, özelikle gece soygun yapanlar çoğu zaman suçu işledikleri semtte, hatta girip soydukları evlerin ya da dükkanların önünde asılırdı.  Katiller için ise ceza çok daha ağır olup, çoğu zaman işkenceden geçirilerek öldürülürdü. Keza askerler de askerlikle ilgili alametleri söküldükten sonra başları kesilerek öldürülür ve cesetleri ayaklarına taş bağlandıktan sonra denize bırakılırdı. Askerlerin cesedinin denize atılmasının nedeni,  diğer askerlerin cesedi görmesini engelleyerek devlete karşı olası bir isyanı önlemekti. Eğer mahkumun gizlediği bazı mallar olduğu düşünülüyorsa yerlerini söyletmek için idamdan önce cellatlar yine işkence ile mahkumu konuşturmaya çalışırlardı.


Hakkında idam hükmü verilenler, ferman çıkıp da infaz edilene kadar Bostancıbaşı’nın gözetimine verilirdi ki, buna “Bostancıbaşı hapsine verilmek” denilirdi.  Bu bekleme süresinin sonunda idam hükmünden kurtulanlar çok enderdi.   Örneğin İkinci Mahmut, “O genç ve güzel başa kallavi pek güzel yakışıyor, kıyamam” diyerek Sadrazam Rauf Paşa’nın idam fermanını vermemişti. Keza sarayın bahçesinde bulunan hapishaneye “fırın” adı verilirdi ve “fırına götürün” demek “hükümlüye işkence uygulayın” anlamını taşırdı.

Osmanlı’da İşkence Yöntemleri
Cezanın hemen infazının yanı sıra işkence ile idam etme yöntemi vardı ki, bunlar da üç türlüydü: Kazığa oturtmak, çengel ve çarmıh, kazık…Kazığa oturtarak öldürmek mutlaka korkunç acılar veren bir idam yöntemiydi. Mahkum önce anadan doğma soyulur, sonra elleri ve ayakları sıkıca bağlanırdı.  Gayet sert ve yaklaşık bir insan bileği kalınlığındaki kazığa oturtulan mahkumun omuzlarına bir çift yağ mumu dikilir, bu halde gezdirilerek halka teşhir edilirdi. Bu ceza genelde devlete isyan edenler ile korsanlara uygulanırdı.

Çengel cezası İstanbul Eminönü’nde uygulanırdı. Bir insan boyundan daha yüksek kalın kalaslardan oluşan bu yapıda insan boyunu aşan kısımlarının çeşitli yerlerinde sivri, keskin, tarak biçiminde bir sıra halinde başları yukarıya dönük çengeller bulunurdu. Kazık cezasında olduğu gibi mahkum yine çırılçıplak soyulup elleri ve ayakları sıkıca bağlandıktan sonra palangalarla çengelin yukarısına çekilir ve birden çengelin üzerine bırakılırdı. İçlerinden şanslı olanlar canını o anda verirken, çoğunlukla mahkum hemen ölmez, müthiş acılar ve feryatlarla günlerce ölümün gelmesini beklerdi. Ve nihayetinde acıkmış ve susamış halde acıdan kıvranarak can verirdi. Bu ceza genelde korsanlara uygulanırdı. Akdeniz seferlerinden dönen kaptan paşaların yanında neredeyse her zaman yakalanan korsanlar olurdu. Bunların bir kısmı kadırga direklerine asılırken geri kalanlar çengel için bekletilirdi.


Çarmıh cezası ise çoğunlukla casuslara uygulanırdı. Diğer cezalarda olduğu gibi mahkum yine anadan üryan soyulur, kolları ve bacakları açık halde yüzüstü biçimde bir çarmığa gerilirdi. Kaba etlerinin bulunduğu bölgeler ile omuz başları bir bıçak ile oyulduktan sonra buralara yağ mumları dikilerek bir devenin üzerinde gezdirilerek yine halka teşhir edilirdi.  17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da yakalanan casusların Abaza Mehmet Paşa tarafından idamı çarmıh cezası uygulanışına bir örnektir.


İşkence ile idamın bu üç genel uygulanışın yanı sıra ender de olsa sıra dışı yaratıcı idam biçimlerine rastlamak da olasıdır. Örneğin 16. yüzyılın sonlarında Bostancıbaşı Ferhat Ağa’nın genç bir yeniçeri için uyguladığı top cezası gibi. Genç bir yeniçeri bir imamın karısını kandırarak kaçırmış, kadının saçlarını kestirdikten sonra erkek kıyafetine sokarak bir süre yanında gezdirmişti. Üsküdar’da yakalandıktan sonra Tophane’ye getirilen bu yeniçeri için Ferhat Ağa kazık, çengel ya da çarmıh cezasını yetersiz görerek sıra dışı bir yöntem uygulamıştı. Yine anadan doğma soyulan yeniçerinin bilek, diz, ayak, dirsek mafsalları demir çekiçlerle kırıldıktan sonra yeniçeri yağlı paçavralara sarılarak bir havan topunun namlusuna tıkılmış, havan topunun ateşlenmesi ile parçalanan bedeni havaya savrulmuştu.


Başta dediğimiz gibi bazen de mahkumları konuşturmak için işkence yapılırdı. Cellatlar tarafından uygulanan bu işkencelerin başlıcaları ise şunlardı: Mahkumun derisini diri diri ustura ile yüzmek, sinirlerini cımbızla çekmek, başlarını tıraş ederek ateşte iyice kızıllaştırmış bir demir tası başlarına geçirmek, kemiklerini demir çekiçler ile kırmak, bedenini delip uzuvlarına sonda yapar gibi burgular sokmak, kaynayan sudan buz gibi suyun içine sokmak…
Bu işkencelerinden uygulandığı kişilere örnek olarak 17. yüzyıl defterdarlarından Yahnikapan Abdülkerim Paşa ile Sadrazam Melek Ali Paşa’nın kethüdası Gadde örnek olarak gösterilebilir.

Bir devlet büyüğü idama mahkum edilince idam fermanını tebliğ eden Bostancıbaşı onun eteğini öperek hürmetini gösterir, teselli etmeye çalışır ve aptes alarak iki rekat namaz kılmasına izin verirdi.  Viyana kuşatmasındaki başarısızlıktan sonra idam hükmü kendisine tebliğ edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa namazını kıldıktan sonra “bedenim toprağa düşsün” diyerek odasındaki kilimleri kaldırtmış, uzun sakallarını sıvazlayarak celladın kemendi boynuna geçirmesine yardım etmiştir.


Fakat idam kararı tebliğ edildikten sonra soğukkanlı biçimde hükmün infaz edilmesini beklemeyenler de olmuyor değildi.   Örneğin 17. Yüzyıl Osmanlı vezirlerinden Hezarpâre Ahmet Paşa celladı karşısında bulunca “vay kâfir kahpe oğlu!” diye bağırarak karşı koymuştu.  Sürüklene sürüklene ahıra götürülen Ahmet Paşa’nın başındaki kavuğu cellat alıp kendi başına, kendi başındaki kirli kavuğu paşaya takmış, paşayı yere çökerttikten sonra yağlı urganı boynuna geçirmişti.


Yine aynı şekilde Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa da idam hükmüne karşı direnenlerin arasındadır.  Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın sözlerine inanarak Şehzade Mustafa’nın kendisini tahttan indirmeye çalıştığını düşünen Kanuni, 1553 yılında İran seferi sırasında Şehzade Mustafa’yı otağına çağırır. Babasını saygı ile selamladığında Kanuni, “Köpek herif, sen hâlâ ne cüret ile beni selamlıyorsun”  diyerek arkasını döner. Bu cellatlara verilen, “hükmü infaz edin” işaretidir. Odadaki üç dilsiz cellat, Şehzade Mustafa’yı boğmak için boynuna yay ipi dolarlar ama ip kopar. Şehzade Mustafa kaçmaya çalışsa da kaftanı ayağına dolaştığından yere yıkılır. Cellatlar başka bir yay ipini Şehzade Mustafa’nın boynuna geçirmeyi başarır. Fakat Mustafa boynu ile ip arasına elini koymayı başardığından yine öldüremezler.  Ancak cellatlar zorla başını havaya kaldırırlar ve birçok kişi için umut olan, Osmanlı hanedanının en cesur sultanını öldürmeyi başarırlar. Yeniçerilerin Mustafa’nın halen yaşadığını sanıp isyana kalkışmalarından korkan Kanuni, oğlunun cesedini bir halının üzerine koyup, herkesin görebileceği şekilde çadırdan dışarı bırakılmasını emreder.


Yüksek dereceli memurların idam hükmü kan dökmeme kuralına uygun olarak genellikle boğarak yerine getirilse de, bazen bu yasağa uyulmayarak hükümlüyü aşağılamak amacıyla başının kesilmesi ya da hançerlenmesi gibi yöntemlere başvurulduğu da olurdu.


İstanbul dışındaki siyasi mahkumların idamı için ise bizzat cellat gönderilirdi.  İstanbul’daki idamlardan farklı olarak hangi idam biçimi uygulanırsa uygulansın, mahkumun başı idamın ardından mutlaka kesilirdi. Bunun nedeni, verilen idam hükmünün yerine getirildiğinin kanıtlanmasıydı. İdamın ardından mahkumun başı bozulmaması için bal doldurulmuş kıldan bir torbaya konulurdu. Celladın İstanbul’a getirdiği bu baş yıkandıktan sonra teşhir edilir ardından toprağa gömülürdü.


Osmanlı tarihinde adı en bilinen cellatlar ise 17. yüzyılda Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali’nin ardından baş cellat olan Süleyman’dır. Evliya Çelebi anılarında Kara Ali’nin portresini çizerken “yüzünde nur kalmamış adam” betimlemesini kullanmaktadır.


Tüm bağlılıklarına ve yüzlerinde nur kalmamasına karşın Osmanlı tarihinde cellatların verilen emri uygulamaktan kaçındıkları, daha doğrusu utandıkları da olmuştur. Adını binlerce insanı katlettirip kuyuya doldurmasından alan devşirme Kuyucu Murat Paşa, saray tarafından Anadolu’da yoksul köylülerin çıkardığı Celali isyanlarını bastırmak için görevlendirilir.  Yakalananlar arasında bulunan ufak bir çocuğun katledilmesini emreder. Ama cellatlar saklanarak emri yerine getirmez. Emrinin yerine getirilmediğini öğrenen Kuyucu Murat Paşa bu sefer yeniçerilere çocuğu öldürmelerini emreder. Fakat yeniçeriler de “Cellatlar bile kıyamadı, biz nasıl kıyalım?” diyerek onlar da emri yerine getirmez.   Çocuğu öldürecek kimsenin kalmadığını gören Kuyucu Murat Paşa sırtındaki kürkü çıkarır ve kendi elleriyle çocuğu boğarak kuyuya atar. Naima tarihinde yazdığına göre Kuyucu Murat bu sırada 90 yaşını aşmıştır.
KaynakçaProf. Dr. Ahmet Mumcu, “Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl”
Reşat Ekrem Koçu, “Tarihimizde Garip Vakalar”
Ali Yıldırım, “Bir Celladın Anıları”
Naima, “Naima Tarihi”
Erhan Afyoncu, “Kanuni ve Şehzade Mustafa”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)