1.Mekan: GALATA KÖPRÜSÜ
Sabah erken saatlerde gittim. Gaziosmanpaşa'dan tek vesait ile gidilebiliyor.Sabah saat 08.00'da 37E hattına binerek Karaköy durağında indim.Zaten indiğim yer köprü başlangıç noktasıdır.Buraya neden ve niçin gittiğimi kısa anlatayım.Bu köprü üzerinde 6 Nisan 1909'da Serbesti Başyazarı Hasan Fehmi Bey öldürüldü.O günden bugüne bu cinayeti kimin işlediği tahminler dışında bulunamadı.Bu ölüm ile birlikte Hasan Fehmi Bey,Türkiye'nin ilk basın şehidi olarak tarihe geçmiş ve cenazesi sırasında başlayan ve tarihe 31 Mart ayaklanması olarak geçen hadisenin de başlangıcı olmuştur.Bu insanın vurulduğu yere giderek bu gelişen olaylara orada şahitlik etmeye çalışmak için gittim.Her gün binlerce aracın ve insanın hem yaya hemde tramvay ile geçtiği gittiği o yerde ben sadece bir nokta seçerek durdum.O noktayı da şu şekilde belirledim.O dönemde köprünün her iki ucunda da kolluk kuvvetleri dururdu ve Hasan Fehmi hemen hemen köprünün ortalarına geldiğinde vurulmuştur diye tahmin ederek Eminönü tarafına daha yakınca bir şekilde köprüyü ortaladım ve o anı kafamda sahnelemeye çalıştım. Elime ne geçti derseniz aslında bir şey geçmedi fakat o ortamın,yaşanan onca olayların belki bir sesini duyarım diye saatlerce bekledim.Evet çok derinden hissedebilirseniz bir şeyler çıkıyor ortaya en azından üretmeye başlıyorsunuz.Belki vuran şuradan kaçtı şu yöne doğru vs...Fakat bunları o anda bulunduğunuz mekan şartlarına göre düşünürseniz yine yanılgı içine düşersiniz o anda üzerinde durduğum alan zaten 1909'da ki alan da değildi.Bu alanda köprü değişimleri olmuştu.Üzerinde durduğum köprü tarihi Galata Köprüsü değil idi bu 1992'den sonra yanan köprü yerine yapılan köprü idi. Şimdi bu Köprü'nün tarihini şöyle biraz araştırarak aşağıda paylaşacağım.Ve bazı resimler ile benim amatörce çektiğim ve Hasan Fehmi'nin köprü üzerinde benim tahminimce vurulduğu yeri gösteren 2 resim atacağım.
Galata Köprüsü Tarihçesi
Eski adıyla Cisr-i Cedit (Yeni Köprü) köprüsü, 1845 yılında I. Abdülmecit’in annesi Valide Sultan tarafından ahşap olarak inşa ettirildi. Kısa sürede eskiyen köprüyü, Kaptan-ı Derya Hasan Ahmet Paşa 1863 yılında yenileyerek, tekrardan hizmete sundu. 19.y.y.'nın sonlarına doğru Köprü’de artan yaya trafiği nedeniyle, çıkan asayiş olaylarını denetim altına almak için Köprü’nün Galata ucunda, eklektik üsluplu ve süslemeli Aziziye Karakolu inşa edildi. Köprü 37 yıl bu şekilde hizmet verdikten sonra, yerine suyun hareketiyle sallanan ağır bir köprü inşa ettirildi ve 1912 senesinde Sultan 5. Mehmet Reşat’ın tahta çıkışının üçüncü yıl dönümünde açıldı. Ocak 1914 senesine gelindiğinde ise; Elektrikli tramvayların bu köprü üzerinden Eminönü-Karaköy bağlantısı sağlandı. 1987 senesinde Köprü’nün Haliç'e bakan tarafında yeni bir köprünün yapımına başlandı. Ve bu köprünün yapımı tamamlanmadan önce, 1992 yılı mayıs ayında Tarihi Galata Köprüsü nedeni bilinmeyen bir yangın sonucu yanarak büyük hasar gördü. Yangından sonra diğer köprünün yapımı hızlandırılarak, 1992 Haziranında Tarihi Köprü’nün yerinde hizmete açıldı. On bir parçadan meydana gelen Tarihi Köprü’nün Karaköy tarafındaki parçaları yerinde bırakıldı ve yanmayan kısımları da taşınarak Atatürk Köprüsü’nün Unkapanı ayağında karaya bağlandı.
Galata Köprüsü eski zamanlarda yangınlardan sıkı bir şekilde korunuyordu. Bu sebeple ahşap döşemelerin yanmaması için, gündüzleri köprüden geçenlerin tütün içmeleri yasaklanmıştı. Ayrıca; Köprü geceleri de kapatılırdı. Köprü ücretli tarifeyle yayalara hizmet ettiği bilindiği gibi, alınan ücrete de müruriye denirdi.
Galata Köprüsü mimari bir güzellikten ziyade, İstanbulluların yaşamına yerleşen şiirsel bir imgedir.
Galata Köprüsü Projeleri
16 yy.da Sultan Beyazıt Döneminde Floransa’ya bağlı Vinci kasabasında doğan Leonardo da Vinci; Eminönü-Karaköy bağlantısını sağlayacak bir köprü inşası için İstanbul'a davet edilir. Köprüyü yapmak için İstanbul'a gelmeye karar veren Leonardo, Venedik Limanı’nda dönemin yönetimi tarafından vazgeçirtilir. Leonardo’nun bu konuda çalışmaları olduğu, bugün Topkapı Müzesi’nde bulunan yazışmalardan belli olmaktadır. Leonardo’nun Haliç'e yapılacak köprü projesi, iki binli yıllarda Norveç’te hayata geçirilmiştir Ayrıca Michelangelo’nun da burada yapılmasını planladığı bir köprü projesi de vardır.
Serbesti Başyazarı Hasan Fehmi Bey
6 Nisan 1909'da öldürülen Hasan Fehmi Bey,8 Nisan 1909'da o zaman ki İttihat ve Terakki karşıtlarının büyük bir kalabalıkla cenazesi kaldırıldı ve bugün Türk Ocaklarının İstanbul Şubesi olan Çemberlitaş'ta ki yere defin edildi.
2.MEKAN:ÇEMBERLİTAŞ
Öğlen vakitlerinde buraya gittim.Tarihin tam ortasında göğe yükselen ses gibi duruyor.Belki yıllar içerisinde sıkışmışlığına isyan ediyordur.Bir ara restorasyon edildi. Birşeyler yaptılar.Ama sanki geçmiş senelere göre çökmüş ve eriyen bir hali var gibi oldu yer ziyaret edilebilir şeklinde değil aslında hemen dibinde tramvayın Çemberlitaş durağı var ve insanların Beyazıt yönüne geçiş noktasında hergün yanından binlerce insan geçiyor ama ne kadarı fark edebiliyor bir tarihin yanından suratına bile bakmadan geçtiklerine.Bazen tam dikili olduğu yerde yoğunlaşma oluyor ve o vakit fark edilebiliyor.İşte o anda da insanların çoğu bunun burada ne işi var diye sorduklarını duyar gibiyim.Değişik bir ortamda dikili o şekilde bekliyor. İstanbul'da çarpık kentleşme,çarpık trafik çözümleri ve birçok uygulaması birçok tarihi eseri ya gölge altına sokuyor yada zarar görmesine sebebiyet veriyor fakat bu kimin umurunda ki.....
Çemberlitaş Tarihçesi
Çemberlitaş Sütunu ya da Constantinus ( Konstantin) Sütunu, adını verdiği semtte,Yeniçeriler Caddesi üzerinde yer alır. M.S.330’lu yıllarda İmparator I. Konstantin onuruna, bugün Çemberlitaş olarak adlandırılan semte dikilmiş olan sütundur.
Yanık Sütun olarak da bilinen sütun, dört basamaklı bir kaidenin üstünde, bileziklerle birbirine bağlanmış ve her biri 3 ton ağırlığında ve 3 m. çapında olan 8 sütunun üst üste bindirilmesiyle oluşturulmuştur. Kesinliği ispat edilmemekle birlikte, sütun’un alt kısmında, İsa peygamber’in Kudüs’de olduğu varsayılan mezarından buraya getirtilmiş bazı eşyaların olduğu söylenmektedir.
Bizans imparatoru Kostantin, bu sütunu Roma’daki Apollon tapınağından söktürerek, eskiden Forum Kostantin olarak bilinen günümüzdeki yerine diktirmiştir. Sütunun üzerinde doğan güneşi selamlayan bir Apollon heykeli bulunurken, İstanbul’a dikildiğinde İmparator Konstantin bu heykel yerine kendi heykelini koydurtmuştur.
İstanbul’u sarsan deprem ve yangınlardan Çemberlitaş Sütunu da büyük ölçüde etkilenmiştir. 418 yılında sütunun alttaki parçalarından biri düşmüş ve yıkılmasını önlemek amacıyla sütun demir çemberler içerisine alınmıştır. Ardından peş peşe gelen yangınlar taşları yakmış, heykelin elindeki mızrak 542 depreminde, bazı parçaları ise 869 depreminde düşmüştür.
III. Nikeforos Botaniates döneminde (1078-1081) yıldırımla hasar alan sütun, I. Aleksios döneminde de (1081-1118) şiddetli bir fırtınadan zarar görmüştür. İmparator I. Manuel Komnenos (1143-1180) anıtı yeniden tamir ettirmiş; üzerine de korint üslubunda bir başlık ve tunçtan bir haç koydurmuştur. Ayrıca dikilitaşın çevresine çepeçevre kuşatan bir kitabe yazdırmıştır.
Bizans’ın son dönemlerinde “Haçlı Anıt” olarak tanınan sütunun,1453’de İstanbul’un fethinden sonra üzerindeki haç indirilmiştir. Anıt, Osmanlı zamanında ilk kez 15.yüzyılın sonlarında Yavuz Sultan Selim döneminde yenilenmiştir. Ayrıca sütunun kaidesi kesme taşlarla örülerek, yüksekliği 11.metreyi bulan bir kılıf içerisine alınmıştır.
Sultan II. Mustafa (1695-1703) yeni bir yangın geçiren sütunu tamir ettirmiş olsa da, taşının kararmasından ötürü halkın verdiği “Yanık Taş” adı kaynaklara geçmiştir. 1779yılında I. Abdülhamit’in emriyle sütundaki çemberler tekrar yenilenmiştir.
1999 Marmara depreminden sonra Çemberlitaş Sütunu’nun durumuna daha önem verilmiş; depremin verdiği zararın ve sütunun statik durumunun tespiti için araştırmalar yapılmıştır.
2003 yılında başlatılan restorasyonda yılların birikimi olan kirli yüzey ve çimento bazlı dolguların bir kısmı temizlenmiş, üzerinde çatlaklar bulunan sütunda yeni taş kayıpları olmaması için geçici tahkim çemberleri yapılarak, sütun bir kat daha çemberle sarılmıştır. Toplam yedi yıl süren çalışmalar sonunda sütun bugünkü görünümüne kavuşmuştur.
3.MEKAN: TÜRK OCAĞI (II. Mahmut, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit Türbesi)
Türk Ocakları İstanbul Şubesini barındıran mekan ayrıca Osmanlı Padişahlarının 3 tanesinin türbesine ve bunun yanında Osmanlı Dönemi sadrazam,vezir,bakan,Osmanlı hanedan üyeleri ve düşünürlerinin de mezarlarının bulunduğu alandır. Alana içerisinde Türk Ocaklarına ait bir yapı ve yine aynı yere bağlı bir kafe bulunuyor. Burası kısa bir süre önce yanmış ve ve tekrardan inşa edilmiştir.Yanmadan önce kafenin girişinde birde kitapçı bulunmaktaydı. Ben buraya senelerdir giderim.Kapıdan içeri girdiğiniz andan itibaren farklı bir hisse kapılıyorsunuz.Ciddi manada sadece gezmeye değilde görmeye,anlamaya gittiğiniz de tüm gününüzü alabilecek bir yerdir. Orada yatan kişileri tek tek araştırmaya kalktığınız da zaten kendinizi emin olun tarih girdabının içerisinde bulacaksınız.Bir yanda yenilikçi bir padişah II. Mahmut,yanında cinayete uğramış,Tanzimat'ı ilan eden Abdülaziz ve dahala tartışmaları bitmeyen ve kısa süre önce 5. kuşaktan torunu olan Nilhan Osmanoğlu ile bilikte tekrardan gündeme gelen II. Abdülhamit....Başka bir yere baktığınız da 60'larda buraya nakil edilen Şeyh Bedreddin,diğer tarafta Türkçülüğün babası sayılan ve İttihat ve Terakki üyesi Ziya Gökalp...Başka bir yanda sıra sıra Osmanlı hanedan üyelerinin mezarları,mekanın girişinden itibaren sizi Osmanlı paşaları,bakanları ve beyleri karşılıyor. Padişah türbeleri kısmı şu an da II.Mahmut'un türbe yenilemesi yüzünden kapalı durumda ne zaman açılır bilemiyorum.Çünkü bu türbe kısmı belli bir zamandan beri yenileme çalışması yüzüne devamlı kapalıdır. Şimdi aşağıda bu türbelerin tarihçelerini vereceğim ve bazıları benim bazıları bulduğum resimleri paylaşacağım.
TARİHÇE
Sultan II. Mahmut Türbesi,Çemberlitaş'da Divanyolu Caddesi üzerinde yer alır.1839'da Abdülmecit,Ebniye-i Hümayun kalfalarından mimar Ohannes ve Boğos Dadyan kardeşlere,babası II. Mahmut için bu türbeyi yaptırmıştır.İnşa için kullanılan arazi,II. Mahmut'un çok sevdiği kız kardeşi Esma Sultan tarafından tahsis edilmiştir.
1840 ‘da tamamlanan Sultan II. Mahmut Türbesi, çevresinde büyük bir alanı kaplayan, adeta bir Osmanlı anıtsal mezarlığı görünümündedir.Sebil, muvakkithane ve hazireden meydana gelmiş olan türbenin, bina emini Bekir Abdülhalim Efendidir.
Divanyolu Caddesine bakan cephede, Çemberlitaş yönündeki köşede yer alan türbe, sekizgen planlıdır. Türbenin ön bölümü cadde üzerine taşmış ve buraya birkaç basamak merdiven yerleştirilmiştir. Yapının Sultanahmet yönündeki köşesine de, bir çeşme yerleştirilmiş, böylece yuvarlak pencereli mezarlığın duvarlarında bir kenarda türbe, diğer kenarda da çeşme ve her ikisi arasındaki sebil ve giriş kapısı ile bir bütünlük sağlanmıştır.
Beyaz mermer kaplı sebil, dört sütun üzerine oturan kubbe ile örtülmüştür. Kubbenin içerisi dilimlere bölünmüş ve her bir dilimin içerisine çiçek demetlerinden oluşan alçı kompozisyonlar işlenmiştir.Sebilin iki yanındaki odalara avludan girilmektedir.Mezarlık alanına giriş, anıtsal bir kapı görünümündedir. Türbe, kapılar ve sebil araları birbirlerine eşit uzunlukta dörder, yuvarlak şebekeli pencerelidir. Sebilin her iki yanındaki pencereler, arkadaki başka bir mekana da bağlı olduklarından, madeni şebekelerin arkasına ayrıca ahşap aksam yerleştirilmiştir. Türbedeki kitabeleri Hattat Mehmet Haşim Efendi yazmıştır. Yapının dış avlu kapısı üzerindeki kitabe de, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’ye aittir.
Ampir üslupta inşa edilmiş türbenin, yan yüzeyleri kenarlarından biraz içeriye çekilmiş ve saçak altına kadar uzanan plasterlerle hareketlendirilmiştir. Plasterler arasındaki yüzeylere yarım daire kemerli pencereler ve bunların üzerine, içleri boş kartuşlar yerleştirilmiştir. Pencere kemerlerinin üzengi hizasında bir silme, türbeyi çepeçevre kuşatmakta, sonra da uzun cephenin pencereli duvarlarının üst bitimine bağlanmaktadır. Bu silmelerin türbe plasterleri üzerlerine rastlayan bölümlerine de palmetli bir friz yerleştirilmiştir. Ayrıca saçak altındaki yüzeylere, çifter kılıçlı birer kalkan kabartmasına da yer verilmiştir. Bu kalkanların bitiminde meşale şekilleri görülmektedir. Bütünüyle mermer kaplı olan cephenin tasarım ve uygulama düzeni, madeni parmaklıklarda ve sebilim alemlerinde de görülmektedir.
17m. çapında bir kubbe ile örtülü olan türbenin,içerisinde 18 sanduka vardır.Sultan II. Mahmut,Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamit'e ait olan sandukalar,madeni ve sedef şebekeler içerisine alınmıştır. Bunlardan Sultan II. Mahmut’un madeni sanduka şebekesi daha özenle yapılmıştır. Türbe’ye girişteki uzun koridorun sol tarafındaki oda, Nevfidan Türbesi olarak adlandırılır. Ayna tonozla örtülü olan bu odanın tavanında, alçı kabartmalarla saksıda çiçek demetleri ve çelenkler tasvir edilmiştir.
Asıl türbe içerisinde gömülü olan üç Osmanlı padişahının eşlerine ve çocuklarına ait sandukalar burada bulunmaktadır. Kendi içinde ikiye bölünmüş olan girişin sağındaki odanın, türbe ziyaretine gelen sultanların dinlenme yeri olduğu düşünülmektedir. Beyaz rengin hakim olduğu türbe nin içerisinde, kubbe içerisinde alçı kasetli dekorasyon dikkati çekmektedir. Siyah zemin üzerine altın yaldızlı Hud Suresinden ayetlerin olduğu bir kuşak yapıyı dolanmaktadır.
Bunun yanı sıra kapı üzerindeki kitabede, Rahman Suresi’nden ayetler, kubbe kasnağı çevresinde Lafz-ı Celâl, İsm-i Nebi, Cihar-ı Yar-ı Güzin, Hasan ve Hüseyin isimleri madalyonlar içinde yazılmıştır.Türbenin içerisi rahleler, Kuran-ı Kerim, Şifa-i Şerifler, Ecza-i Şerifler, çeşitli levhalar, beratlar, Sultan II. Mahmud’un tuğralı Kâbe örtüsü, ipek seccadeler, halılar, İran şalları, şamdanlar, avizeler ile bezenmiştir. Bunlardan kubbeye asılı kristal avize İngiltere Kraliçesi Viktorya tarafından gönderilmiştir. Kapının iki yanındaki altın yaldızlı duvar saatleri de, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un hediyesidir.
Türbe, Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, içerisindeki eşyaların büyük bir kısmı envanterlenerek Türbeler Müdürlüğü deposuna kaldırılmıştır.
Sultan II. Mahmut Türbesi’nin yanındaki avlu,1861 yılından sonra hazireye dönüştürülmüştür. Mezarların çoğu 1840–1920 tarihleri arasında görev yapmış önemli devlet adamları, yazarlar ve şairlere aittir. Burada, son dönem Osmanlı taş işçiliğini yansıtan, hat ve tarih yönünden önemli, 150’ye yakın mermer lahit ve mezar taşı bulunmaktadır. Ahmet Fethi Paşa, Süreyya Paşa, Damat Hasan Hüsnü Paşa, Sadullah Paşa, Sait Halim Paşa, Şevknihal Kadın, Revnak Kadın, Ferahnuma Kadın, Talha Ağa, Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim, Muallim Naci ve Ziya Gökalp, burada gömülü olan isimlerden bazılarıdır.
TÜRK OCAKLARI HAKKINDA KISA GENEL BİR BİLGİ
Atatürk ve Türk Ocakları
27 Nisan 1930
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da Türk Ocağı Kurultay delegeleri ile
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da Türk Ocağı Kurultay delegeleri ile
Atatürk’ün Türk Ocakları Hakkında Söylediği Bazı Sözler
20 mart 1923 günü Atatürk’ün Konya Türk Ocaklarını ziyareti sırasında söyledikleri;
Konya, çeşitli Türk devletleri yaşamış, öz Türk vatanıdır. Konya asırlardan beri tüten bir nurun ocağıdır. Türk kültürünün esaslı kaynaklarından biridir. Konya Türk Ocağı, Konya Türklüğünün hakiki bir timsali olmalıdır. Bu ocaktan milletin duygusunu, ülküsünü daima ısıtacak, nurlandıracak, parlak alevler gökyüzüne yükselmelidir, çok yükselmelidir. O kadar ki bu alev, vatanın bütün ufuklarında aydınlıklar vücuda getirebilsin. Konya’nın genç dimağları atılgan, cesur, sebatkar çocukları! Ocağımıza sahip olunuz. Bütün engeller, Ocağımızın ateşi karşısında derhal yanıp kara duman olmağa mahkumdur.
(Mehmet Önder, Atatürk’le adım adım Türkiye sy.232)
“Sanatkar ve çeşitli kültür alanlarında vatandaşları yetiştirmek için öncülük etmelidir.”
( Mehmet Önder, Atatürk’le adım adım Türkiye sy 233)
Şebinkarahisar Türk Ocağı defterine 11 Ekim 1924 yılında Atatürk tarafından yazılan yazı;
Türk Ocağı, Türk’ün has ocağı, varlık ve birlik ocağı,yüksek alevlerle tütsün, muhitine nurlar saçsın; yaşasın ve yaşatsın.Türk Ocağı, Türklük güneşinin ocağıdır. Asırlarca bunu söndürmek için çalıştılar. Bu ocak hepimizi aydınlattı.
(1923 Kemal Atatürk )
4.MEKAN:AYASOFYA
Belki de dünyada ki en büyük tartışmalara sebep olan tarih içinde tarih barındıran harika bir yapı AYASOFYA (Hagia Sophia)... Her gittiğimde ayrı bir haz duyduğum ve merak barındıran bir yerdi benim için ve bu özelliğini sanırsam her daim koruyacak.Tartışmaya bile girmek istemediğim bir konu olan camii ve müze konuları.Benim fikrim müze şeklinde kalmasından yanadır.Bunun sebebi de çok basit büyük bir tarih barındırmasıdır.İçerisinde ki Sunu,Zoe,Apsis ve VI. Leon mozaiği bence harika eserler bunları tüm dünyanın görmesi gerektiğine inanıyorum. Mekanın giriş kapısından itibaren etkilenmemek imkansız ve içeri girdiğiniz yapının devasa olduğunu anlıyorsunuz.Üst galeriye çıkıp aşağıyı izlemek çok haz veriyor.Burası için anlatılan efsaneler ise oldukça ilginçler.Bu rivayetlerden aşağıda bahsedeceğim. Ben biraz daha kendi izlenimlerimden bahsedeceğim. Uzun zamandır gitmediğim için bu sefer gittiğimde bahçede beni bir kafe karşıladı. Kafenin açılması iyi mi kötü mü tartışmasına girmeyeceğim fakat böyle özel bir mekanda 15/20 dakika geçirmeniz çok zor bu yüzden bazen ara vermek ihtiyacı hasıl olabiliyor bu yönden bakarsanız gayet mantıklı bir hareket olarak görüyorum.Fakat kafa ve çalışanlarının çok dikkatli olması gerektiğine de inanıyorum. Böyle mekanlarda en büyük sorunlardan biri de sigara içilmesi olayıdır.Bence kafesi bile olsa sigaranın mekanın sınırları içersin de yasaklanması taraftarıyım ben,Bu gibi yerlerde sigara yüzünden çıkacak bir yangın çok kötü sonuçlara sebebiyet verebiliyor.Bu yüzden dikkat en üst seviyede iş yapılması taraftarıyım. Bunun haricinde içerideki insanların ihtiyacını karşılayan ve bunu düzgünce yapan bir işletmenin olması beni rahatsız etmiyor. Mekanın içini zaten anlatabilmek,kelimelere dökebilmek çok zor bunu anlatabilmek yerine oraya giderek hissetmenizi tavsiye ediyorum. Dikkatimi çeken bir konu da bazı yerlerde ışıkları açıp-kapatmak için kullanılan anahtarlar o yüzyıllık duvarlara evlerinin duvarlarına takarlar gibi monte etmeleri ve bunun en adisi,basitinin kullanılmış olmasıdır.(Resmi koyacağım) Daha farklı bir yöntem kullanılabilirmiş diye kafamdan geçerdim bütün gezi sırasında.Bunun haricinde bahçe içerisinde bulunan bazı odalar mesela,Sıbyan Mektebi ve Muvakkithane (resimlerini koyacağım) gibi yerlerin binaları müdür yada müdür yardımcısı gibi görevlilerin yeri olmuş bilmiyorum bu bana biraz saçma geldi.Bu kişilere başka yerler bulunabilir bu yapıların içerisine ise o dönem yapılan yada kullanılan eşyalar ile o dönemi yaşatılabilirmiş.İçeride ayrıca padişah türbeleri de mevcut fakat ziyaret edilemiyor kapısı kitli yapının vaftizhane kısmında bir pencere mevcut buradan padişahların sandukalarını görebiliyoruz.Bahçesinde bulunan taşların hepsinin numarası var fakat bilgilendirme yazıları malesef eksik şekilde ve üstleri açık bir halde duruyorlar.O taşların hava koşullarından etkilenme durumlarını bilemiyorum ama uzun vadede düşünürsek eğer mutlaka olumsuz etkileri olacaktır. Yapı içerisinde girişte hemen sağ tarafta bir kısım yer tadilat altında. Özetle izlenimim olumlu.Saat,ücret ve ulaşım olarak bazı bilgileri de vereyim. Bulunduğunuz yerden Eminönü,Beyazıt yada Veznecilere geldiğiniz de yürüme mesafesinde kalıyor.Yürümek istemeyenler için ise Eminönü'ne gelecekler için Karaköy'de inmeleri ve hemen indikleri yerden tramvay ile Sultanahmet'e çıkma olanakları var. Beyazıt'a gelecekler içinde son durakta indiklerinde,tramvay hemen durağın yanında.Veznecilere gelecek olanlar önce Beyazıt'a geçmeleri lazım yürüme mesafesi sadece 5 dakika sonra tramvay ile Sultanahmet durağında ineceksiniz. Şu an için giriş saatlerinde kış saati uygulaması mevcut bu uygulama 15 Nisan'a kadar devam edecektir. Giriş saati 09:00'da başlayarak 17:00'a kadar devam etmekte fakat bilet gişesi kapanış saati 16:00'da bitmektedir. Giriş ücreti normal fiyatı 40 Türk Lirası'dır.18 yaş üstü öğrenci için indirimli müze kartı var.Okuduğunuz okulların öğrenci kimlik kartları ile rahatlıkla hemen kapıda 1 dakika içinde 20 Türk Lirası karşılığında çıkartabilirsiniz ve bir(1) sene kullanım imkanınız var. Ücretsiz giriş sağlayanların listesini yazayım.
Kimler Ücretsiz Girebilir?
1- 18 yaş ve altındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gençler ve çocuklar ile bu yaş grubundaki öğrenci gruplarına refakat eden öğretmenler,
2- 65 yaş ve üstü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları,
3- Gaziler ve refakatindeki anne, baba, eş ve çocukları ile şehit yakını kimlik kartı sahipleri,
4- T.C. Vatandaşı ve Yabancı Engelliler ile bir refakatçisi, (Görünür bir engel ve/veya belge ibrazı ile)
5- Er ve erbaşlar,
6- ICOM ve ICOMOS ile UNESCO kartı sahipleri,
7- Yerli ve yabancı basın kimlik kartı sahipleri,
8- Seyahat acentesi sahip veya sorumlu müdürleri,
9- Kültür ve Turizm Bakanlığı kokardını haiz profesyonel turist rehberleri,
10- Kültür ve Turizm Bakanlığı personeli ve emeklileri ile refakatindeki anne, baba, eş ve çocukları,
11- 12 yaş ve altındaki yabancı uyruklu çocuklar,
12- Hayatboyu Öğrenme Programı çerçevesinde Comenius Okul Ortaklıkları ile Erasmus Öğrenci Değişim Programı kapsamındaki gruplar ile bu gruplara refakat eden öğretmenler (ülkemizdeki muhatapları ile yapılan sözleşmelerini ibraz etmeleri kaydıyla kimlik ibrazı aranmaksızın ücretsiz giriş olanağı sağlanacaktır).
2- 65 yaş ve üstü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları,
3- Gaziler ve refakatindeki anne, baba, eş ve çocukları ile şehit yakını kimlik kartı sahipleri,
4- T.C. Vatandaşı ve Yabancı Engelliler ile bir refakatçisi, (Görünür bir engel ve/veya belge ibrazı ile)
5- Er ve erbaşlar,
6- ICOM ve ICOMOS ile UNESCO kartı sahipleri,
7- Yerli ve yabancı basın kimlik kartı sahipleri,
8- Seyahat acentesi sahip veya sorumlu müdürleri,
9- Kültür ve Turizm Bakanlığı kokardını haiz profesyonel turist rehberleri,
10- Kültür ve Turizm Bakanlığı personeli ve emeklileri ile refakatindeki anne, baba, eş ve çocukları,
11- 12 yaş ve altındaki yabancı uyruklu çocuklar,
12- Hayatboyu Öğrenme Programı çerçevesinde Comenius Okul Ortaklıkları ile Erasmus Öğrenci Değişim Programı kapsamındaki gruplar ile bu gruplara refakat eden öğretmenler (ülkemizdeki muhatapları ile yapılan sözleşmelerini ibraz etmeleri kaydıyla kimlik ibrazı aranmaksızın ücretsiz giriş olanağı sağlanacaktır).
Bunun haricinde Ayasofya PAZARTESİ günleri kapalıdır.Ve Ayasofya Müzesi, Ramazan ve Kurban bayramlarının birinci günü yarım gün ziyarete kapalıdır. Ayasofya'nın tarihçesini ve bazı efsaneleri yazarak hemen fotoğrafları paylaşacağım.Paylaşacağım resimlerin hepsi bana aittir.
TARİHÇESİ
Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden sanat dünyası açısından önemli bir yer teşkil etmektedir.
Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür.
Birinci kilise, İmparator Konstantios (337-361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Üstü ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen (bazilikal) planlı birinci yapı, İmparator Arkadios’un (395–408) karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır. (Bugün patriğin mozaik tasviri, Ayasofya’nın kuzey tymphanon duvarında görülebilmektedir.)
Günümüzde ilk kiliseye ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, müze deposunda bulunan Megale Ekklesia damgalı tuğlaların bu yapıya ait olduğu düşünülmektedir.
İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408-450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir.
Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.
1935 yılında İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün A. M. Scheinder başkanlığında yapılan kazılarda, bugünkü zeminin yaklaşık 2.00 m altında görülebilen II. yapının Propylon’una (anıtsal giriş kapısı) ait basamaklar, sütun kaideleri ve On İki Havari’yi temsil eden kuzu kabartmaları ile süslü friz parçaları bulunmuştur. Ayrıca anıtsal girişe ait diğer mimari parçalar ise batı kısımdaki bahçede görülebilmektedir.
Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür.
Birinci kilise, İmparator Konstantios (337-361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Üstü ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen (bazilikal) planlı birinci yapı, İmparator Arkadios’un (395–408) karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır. (Bugün patriğin mozaik tasviri, Ayasofya’nın kuzey tymphanon duvarında görülebilmektedir.)
Günümüzde ilk kiliseye ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, müze deposunda bulunan Megale Ekklesia damgalı tuğlaların bu yapıya ait olduğu düşünülmektedir.
İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408-450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir.
Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.
1935 yılında İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün A. M. Scheinder başkanlığında yapılan kazılarda, bugünkü zeminin yaklaşık 2.00 m altında görülebilen II. yapının Propylon’una (anıtsal giriş kapısı) ait basamaklar, sütun kaideleri ve On İki Havari’yi temsil eden kuzu kabartmaları ile süslü friz parçaları bulunmuştur. Ayrıca anıtsal girişe ait diğer mimari parçalar ise batı kısımdaki bahçede görülebilmektedir.
Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos’lu (Milet) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. Kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer.
Üçüncü Ayasofya’nın mimarisindeki yenilik geleneksel bazilikal plan ile merkezi kubbeli planın bir araya getirilmesidir. Yapının üç nefi, bir apsisi, iç ve dış olmak üzere iki narteksi vardır. Apsisten dış nartekse kadar uzunluk 100 m. genişlik 69.50 m.dir. Kubbenin zeminden yüksekliği 55.60 m, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87 m, doğu batı doğrultusunda ise 30.86 m.dir.
İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır. Yapının iç kısmında yer alan duvar kaplamalarında; tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerlerin iç mekânda kullanılmasıyla dekoratif bir zenginlik oluşturulmuştur. Ayrıca, yapıda Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların neflerde, Mısır’dan getirilen 8 adet porfir sütununun ise yarım kubbeler altında kullanıldığı bilinmektedir. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmaktadır.
Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştır. Yapıdaki bitkisel ve geometrik mozaikler 6. yüzyıla, tasvirli mozaikler ise ikonaklazma (Tasvir Kırıcılık Dönemi 730- 842) sonrasına tarihlenir.
Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın (naos) sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür.
Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın (naos) sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür.
IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.
Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmektedir.
Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış, her dönemde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiş, en kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi'nde (1839-1861) Fossati tarafından yapılmıştır. Sultan Abdülaziz Döneminde Ayasofya çevresinin yeniden düzenlenme çalışmaları sırasında medrese 1869- 1870 yılları arasında yıktırılmış ve1873- 1874 yılları arasında ise yeniden yaptırılmıştır. 1936 yılında yıkılmış olan Medresenin kalıntıları 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir.
Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.
Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.
Ayasofya’da, Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere kapsamlı bir onarım yaptırılmıştır. Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır.
Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.
Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış, her dönemde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiş, en kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi'nde (1839-1861) Fossati tarafından yapılmıştır. Sultan Abdülaziz Döneminde Ayasofya çevresinin yeniden düzenlenme çalışmaları sırasında medrese 1869- 1870 yılları arasında yıktırılmış ve1873- 1874 yılları arasında ise yeniden yaptırılmıştır. 1936 yılında yıkılmış olan Medresenin kalıntıları 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir.
Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.
Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.
Ayasofya’da, Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere kapsamlı bir onarım yaptırılmıştır. Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır.
Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.
Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur.
Ayasofya'nın Sırları ve Efsaneleri
1: Ayasofya'yı bekleyen melek: Ayasofya'nın inşaatında çalışan ustalar bir gün yemeğe giderken araç gereçlerini genç bir işçiye emanet etmiş. Bir süre sonra, inşaat alanında ortaya çıkan kişi gence "İş çok uzun süre bırakıldı, artık ustaları çağırmalısın" deyince delikanlı, "Araç ve gereçleri bırakıp gidemem" demiş. Bilinmez kişi de, "Sen gelene kadar onları korurum, buradan bir yere ayrılmam" diye cevap vermiş. Delikanlı durumu ustalara anlatınca, İmparator delikanlıya gördüğü adamla ilgili sorular sormuş ve bunun bir melek olduğuna inanarak delikanlıyı başka bir memlekete göndermiş ki kıyamete kadar melek Ayasofya'yı bekleyip korusun!
2: Tılsımlı kapılar: Efsaneye göre Ayasofya'nın toplam 361 kapısı var fakat bu kapılardan 101'i büyük ve tılsımlı. Çünkü ne zaman bu kapılar sayılsa fazladan bir kapı daha ortaya çıkıyormuş.
3: Hz. İsa'nın Kutsal Emanetleri: İmparator, Hıristiyan söylemine göre Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği haç ve Hz. İsa'yı çarmıha gerdiklerinde kullanılan çivileri Kudüs'ten getirtip Ayasofya'nın gizli bölümlerinden birinde saklatmış. Kutsal Emanetleri Ayasofya'ya saklamalarının sebebiyse Hz. İsa'nın 40 bin yıl sonra dünyada Ayasofya'ya inecek olmasıymış.
4: Kıyamet tarihi: Binanın güney yönündeki kapıdan girince, üçüncü sırada bulunan sütunun üzerine Hz. Hızır'ın kıyametin kopacağı tarihi yazdığı söyleniyor. Sütunda "On sekizinde yevm-i Pazar, sene 1038" yazılı.
5: Şeytan Ayasofya'da hapis: İstanbul'un fethinin ardından Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'nın camiye çevrilmesini emredince Akşemsettin'i de bu işten sorumlu tutmuş. İşçiler cuma namazına yetiştirmek için çabalasa da şeytan Ayasofya'nın cami olmasını istemediği için işçilere her türlü vesveseyi veriyormuş. Akşemsettin bu durumu anlayınca secdeye kapanıp dua etmiş. Duasını kabul eden Allah, şeytanı Ayasofya'daki bir mermere hapsetmiş.
6: Ayasofya'nın kıbleye çevrilmesi: Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettikten sonra ilk cuma namazını Ayasofya'da kılacakmış. İmamlığa geçtiğinde ilk iki tekbirde namazı bozmuş, üçüncüde tekbir getirmiş ve ilk cuma namazını kıldırabilmiş. Bunun nedenini merak eden ahali sorunca Fatih Sultan Mehmet: "İstedim ki namaz sırasında bana ve bütün cemaate Kabe görünsün! Bu niyetle birinci ve ikinci tekbirlerde Kabe görünmeyince namazı bozdum, ancak üçüncü tekbirde gözlerimin önüne geldi" demiş. Cemaat bunun sebebini Akşemsettin'e sorduğunda o şunları söylemiş: "Hz. Hızır saf tutmak için gelirken Terler Direğ'e parmağını soktu ve Ayasofya'nın yönünü kıbleye doğru çevirdi. Ondan sonra da namaza durdu. Böylece padişah üçüncü kez tekbir getirdikten sonra Kabe'yi tam karşısında gördü."
7: Hz. Meryem'in gözyaşlarıyla delinen sütun: Ayasofya'nın içindeki Ağlayan Sütun, Meryem Ana'nın evindeki bir sütunmuş. Bir gün Meryem Ana'ya, Hz. İsa'nın yakalandığını ve kendisine işkence edildiğini söylemişler. Hz. Meryem, onun işkence görmesine dayanamamış ve gözyaşlarına boğulmuş, gözyaşı damlalarından biri yaslandığı bu sütunu kezzap gibi eritmiş. Ayasofya yapılırken de kilisenin kutsanması için imparator bu sütunu Meryem Ana'nın evinden getirerek Ayasofya'ya diktirmiş. Bu nedenle taş kutsal olarak görülüyor. Herhangi bir dileği olanlar bu sütundaki Meryem Ana'nın gözyaşıyla oluşan deliğe parmaklarını sokup çeviriyor ve dilek diliyor.
8: Kutsal Kase ile kaybolan papaz: İstanbul fethedildiği sırada Ayasofya'ya bir papaz vaaz vermekteymiş. Papaz kutsal çanağın Müslümanların eline geçmesini istemediği için Kutsal Kase ile bir kapıdan geçip gitmiş. Kapı da kapanmış. Ama Müslümanlar papazın oradan geçtiğini görmüş. Papazın gözden kaybolduğu yere vardıklarında dümdüz bir duvarla karşılaşmışlar. Efsaneye göre papaz hâlâ Kutsal Kase ile birlikte beklermiş orada. Bir gün İstanbul geri alındığında kapı açılacak ve papaz çıkıp vaaza devam edecekmiş.
9: Ayasofya'daki levhaların sırrı: Ayasofya camiye çevrilirken bu mabedin bir İslam mabedine dönüşmesini sağlamak için yapıya pek çok İslami motif eklenmiş. Bunlardan biri Ayasofya'nın kubbesine yazılı olan "Allah, göklerin ve yerin nurudur" ayeti. Allah, Hz. Muhammed ve dört büyük halifenin isimleri de levhalara yazılarak asılmış. Cumhuriyet döneminde Ayasofya camiden müzeye çevrileceği zaman bu levhaları çıkarmak istemişler ama çok çabalamalarına rağmen çıkaramamışlar. Zaten bu levhalar, Ayasofya'dan çıkarılamasın, yapı yeniden kiliseye dönüştürülmesin diye cami içerisinde, giriş kapılarından daha büyük olarak yapılmış.
10: Tavadan sıçrayan balıklar: Ayasofya'da İmparator Kapısı'nın önünde bir balık figürü var. Söylenceye göre Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u kuşattığı sırada Ayasofya'daki papazlar bu kapının yanında balık kızartıyormuş. Tavada kızaran balıklar, İstanbul'un fethedileceğini anlayınca isyan etmiş ve kızgın yağın içerisinden fırlayıp taş kesilmiş.
2: Tılsımlı kapılar: Efsaneye göre Ayasofya'nın toplam 361 kapısı var fakat bu kapılardan 101'i büyük ve tılsımlı. Çünkü ne zaman bu kapılar sayılsa fazladan bir kapı daha ortaya çıkıyormuş.
3: Hz. İsa'nın Kutsal Emanetleri: İmparator, Hıristiyan söylemine göre Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği haç ve Hz. İsa'yı çarmıha gerdiklerinde kullanılan çivileri Kudüs'ten getirtip Ayasofya'nın gizli bölümlerinden birinde saklatmış. Kutsal Emanetleri Ayasofya'ya saklamalarının sebebiyse Hz. İsa'nın 40 bin yıl sonra dünyada Ayasofya'ya inecek olmasıymış.
4: Kıyamet tarihi: Binanın güney yönündeki kapıdan girince, üçüncü sırada bulunan sütunun üzerine Hz. Hızır'ın kıyametin kopacağı tarihi yazdığı söyleniyor. Sütunda "On sekizinde yevm-i Pazar, sene 1038" yazılı.
5: Şeytan Ayasofya'da hapis: İstanbul'un fethinin ardından Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'nın camiye çevrilmesini emredince Akşemsettin'i de bu işten sorumlu tutmuş. İşçiler cuma namazına yetiştirmek için çabalasa da şeytan Ayasofya'nın cami olmasını istemediği için işçilere her türlü vesveseyi veriyormuş. Akşemsettin bu durumu anlayınca secdeye kapanıp dua etmiş. Duasını kabul eden Allah, şeytanı Ayasofya'daki bir mermere hapsetmiş.
6: Ayasofya'nın kıbleye çevrilmesi: Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettikten sonra ilk cuma namazını Ayasofya'da kılacakmış. İmamlığa geçtiğinde ilk iki tekbirde namazı bozmuş, üçüncüde tekbir getirmiş ve ilk cuma namazını kıldırabilmiş. Bunun nedenini merak eden ahali sorunca Fatih Sultan Mehmet: "İstedim ki namaz sırasında bana ve bütün cemaate Kabe görünsün! Bu niyetle birinci ve ikinci tekbirlerde Kabe görünmeyince namazı bozdum, ancak üçüncü tekbirde gözlerimin önüne geldi" demiş. Cemaat bunun sebebini Akşemsettin'e sorduğunda o şunları söylemiş: "Hz. Hızır saf tutmak için gelirken Terler Direğ'e parmağını soktu ve Ayasofya'nın yönünü kıbleye doğru çevirdi. Ondan sonra da namaza durdu. Böylece padişah üçüncü kez tekbir getirdikten sonra Kabe'yi tam karşısında gördü."
7: Hz. Meryem'in gözyaşlarıyla delinen sütun: Ayasofya'nın içindeki Ağlayan Sütun, Meryem Ana'nın evindeki bir sütunmuş. Bir gün Meryem Ana'ya, Hz. İsa'nın yakalandığını ve kendisine işkence edildiğini söylemişler. Hz. Meryem, onun işkence görmesine dayanamamış ve gözyaşlarına boğulmuş, gözyaşı damlalarından biri yaslandığı bu sütunu kezzap gibi eritmiş. Ayasofya yapılırken de kilisenin kutsanması için imparator bu sütunu Meryem Ana'nın evinden getirerek Ayasofya'ya diktirmiş. Bu nedenle taş kutsal olarak görülüyor. Herhangi bir dileği olanlar bu sütundaki Meryem Ana'nın gözyaşıyla oluşan deliğe parmaklarını sokup çeviriyor ve dilek diliyor.
8: Kutsal Kase ile kaybolan papaz: İstanbul fethedildiği sırada Ayasofya'ya bir papaz vaaz vermekteymiş. Papaz kutsal çanağın Müslümanların eline geçmesini istemediği için Kutsal Kase ile bir kapıdan geçip gitmiş. Kapı da kapanmış. Ama Müslümanlar papazın oradan geçtiğini görmüş. Papazın gözden kaybolduğu yere vardıklarında dümdüz bir duvarla karşılaşmışlar. Efsaneye göre papaz hâlâ Kutsal Kase ile birlikte beklermiş orada. Bir gün İstanbul geri alındığında kapı açılacak ve papaz çıkıp vaaza devam edecekmiş.
9: Ayasofya'daki levhaların sırrı: Ayasofya camiye çevrilirken bu mabedin bir İslam mabedine dönüşmesini sağlamak için yapıya pek çok İslami motif eklenmiş. Bunlardan biri Ayasofya'nın kubbesine yazılı olan "Allah, göklerin ve yerin nurudur" ayeti. Allah, Hz. Muhammed ve dört büyük halifenin isimleri de levhalara yazılarak asılmış. Cumhuriyet döneminde Ayasofya camiden müzeye çevrileceği zaman bu levhaları çıkarmak istemişler ama çok çabalamalarına rağmen çıkaramamışlar. Zaten bu levhalar, Ayasofya'dan çıkarılamasın, yapı yeniden kiliseye dönüştürülmesin diye cami içerisinde, giriş kapılarından daha büyük olarak yapılmış.
10: Tavadan sıçrayan balıklar: Ayasofya'da İmparator Kapısı'nın önünde bir balık figürü var. Söylenceye göre Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u kuşattığı sırada Ayasofya'daki papazlar bu kapının yanında balık kızartıyormuş. Tavada kızaran balıklar, İstanbul'un fethedileceğini anlayınca isyan etmiş ve kızgın yağın içerisinden fırlayıp taş kesilmiş.
Diğer resimleri görmek için link bırakacağım.
5.MEKAN AT MEYDANI VE ALMAN ÇEŞMESİ
Bizans zamanı at yarışlarının yapıldığı,Osmanlı dönemi şehzade sünnet düğünleri ve hanım sultanların düğününün yapıldığı alan.Her isyanın başlama noktası,kazan kaldırma yeri....Yüksek derecede tarih içeren ve baş döndüren etrafı Sultanahmet Camii ve Türk İslam Eserleri Müzesi'nin (Damat Pargalı İbrahim Sarayı) çevirdiği şimdilerde ramazan aylarının vazgeçilmez belki de en ünlü ve önemli alanı.İçerisinde Dikilitaş ve Yılanlı Sütun'uda barındıran her dönem ses getiren bu alan yıllar geçtikçe daha bir düzen içerisine girdi.Benim en sevdiğim yerlerden biridir. Aşağıda kısaca alanın tarihinden ve içinde barındırdığı eserlerin tarihinden bahsedeceğim ama önce Alman Çeşmesi hakkında da birkaç şey yazıp onun da yanı şekilde tarihi vereceğim. Alman Çeşmesi'de bu alanın içersin de yıllardır sessizce durur,önünden binler milyonlar geçip gider.Kapısı kitli muslukları akar vaziyette orada ki insanlara hizmet vermeye devam ediyor.
AT MEYDANI TARİHÇESİ:
İstanbul'un meşhur meydanı hipodrom,Bizans ve Türk devirlerinde bir çok merasimlere,tarihi vakalara sahne olmuştur. Hipodromun inşasına Roma imparatoru Septim Sevr başlamış ve bunu Büyük Konstantin tamamlamıştı. Hipodrom üç tarafı basamaklarla çevrili dördüncü tarafı da imparatorların locasına mahsus büyük bir meydandı. At ve araba koşularının yapıldığı, oyunların tertip edildiği bu meydan ortada (sipna) isimli bir sed ile ikiye ayrılmıştı ve koşular bu seddin etrafında cereyan ederdi. Evvelleri bu meydanda vahşi hayvanların oyunları gösterildiğinden sipinanın yerinde derin bir hendek vardı. Vahşi hayvanlarla, halk arasındaki bu hendek tehlikeleri önlemek için kazılmıştı. Hayvan gösterileri bırakıldıktan sonra hendek doldurulmuş ve yerine at araba yarışlarının etrafında cereyan ettiği bir duvar örülmüştü. Sipina denilen duvarın üstündeki abidelerin başlıcalarını bugünde mevcut olan Dikilitaş, burmalı sütun ile diğer kıymetli abideler teşkil ediyordu. Bunların hepsi bir hizaya dizilmişlerdi. Bu heykeller arasında aslanla güreşen bir adam,can çekişen bir boğa,lizipin eseri bir herkül, azgın at, bir yılanı kaldıran bir kartal,muharebeleri teşvik eden Eleni imparator Gratiyen, Valantiyen,Teodos ve mükafat kazanmış araba koşucularının heykelleri vardı
yüz bin kişi alabilen ve yüksek duvarlarla çevrili bulunan bu meydan 118,5 metre genişliğinde ve 370 metre uzunluğundaydı. Sahaya biri imparator locasının altındaki Antiyukus kapısından diğerleri de yanlar da bulunan Desim ve Nekra kapılarından girilirdi. Kırkar ayak basamaklarla yukarı çıkılırdı. En üst katta bir çok heykellerle süslenmiş sütunlu ve üstü kapalı bir yol bütün binayı dolaşıyordu.
Bugün Sultanahmet meydanındaki Almanya imparatoru II. Wilhelm yaptırdığı çeşmenin yerinde Bizans imparatorlarının Cathisma ismini taşıyan binaları vardı. Cathisma 24 büyük sütuna dayanıyordu. Bütün gün devam eden şenlikleri imparator,hükümet mensupları ile beraber buradan seyrederdi. Cathisma esvap,istirahat,yemek ve kabul salonlarından müteşekkildi.
Binanın önünde loca kule şeklindeydi ve üstünde heykeltraş,Sakızlı Lizibin yaptığı 4 tunç heykel konulmuştu. Locanın altında imparatorun muhafızlarına ve büyük yortularda sarayın mızıkasına mahsus bir divarhane vardı. Maviler ve yeşiller ismini alan iki grup arasında yapılan at,araba yarışları heyecanlı olurdu. İki fırkada birer büyük teşkilata,bir çok ahırlara,atlara,hayvan yetiştiren çiftliklere sahiptiler. Aidat veren cemiyetleri vardı. Bu cemiyetler hükümete bağlanmış,bunlar şehrin inzibatına memur edilmişti. İmparator maiyet askerlerine bunlar teşkil etmişti. Mavilerler yeşillerin rekabeti Bizansın mukadderatına tesir edecek bir ehemmiyet almıştı. Halkın taraflardan birini tutması kavgalara yol açardı. Bu kavgalar çok defa imparatorun localarına da teveccün eder,orası taş yağmuruna tutulur. İmparatorlar alelacele Cathismayı saraylarına bağlayan yoldan geçerek kendilerini emniyete alırlardı.
Bizans'ın son zamanlarına doğru hipodrom oyunları terk edilmişti. Yalnız bayram günlerinde birer oyunla ittifa ediliyordu. Latinlerin İstanbul'u istilasında heykellerin çoğu sökülmüş,madeni levhalar,para yapılmak üzere eritilmişti.
Türklerin İstanbul'u fetihlerinde bu meydan harap bir halde bulunuyordu. Heykellerle süslü eski spinanın üzerinde de şimdiki 3 sütun ile bazı harabeler mevcuttu. İstanbul'u aldıktan sonra Türkler bu sahada mimari şaheserler vücuda getirmişti. 16. asırın muhteşem saraylarından İbrahim Paşa sarayı Sultanahmet Cami'ni işgal ettiği sahada eski vezir sarayları,Ayasofya önünde Mimar Sinan'ın nefis eserlerinden bu sahadaki Türk abideleri arasında bulunmaktadır.
yüz bin kişi alabilen ve yüksek duvarlarla çevrili bulunan bu meydan 118,5 metre genişliğinde ve 370 metre uzunluğundaydı. Sahaya biri imparator locasının altındaki Antiyukus kapısından diğerleri de yanlar da bulunan Desim ve Nekra kapılarından girilirdi. Kırkar ayak basamaklarla yukarı çıkılırdı. En üst katta bir çok heykellerle süslenmiş sütunlu ve üstü kapalı bir yol bütün binayı dolaşıyordu.
Bugün Sultanahmet meydanındaki Almanya imparatoru II. Wilhelm yaptırdığı çeşmenin yerinde Bizans imparatorlarının Cathisma ismini taşıyan binaları vardı. Cathisma 24 büyük sütuna dayanıyordu. Bütün gün devam eden şenlikleri imparator,hükümet mensupları ile beraber buradan seyrederdi. Cathisma esvap,istirahat,yemek ve kabul salonlarından müteşekkildi.
Binanın önünde loca kule şeklindeydi ve üstünde heykeltraş,Sakızlı Lizibin yaptığı 4 tunç heykel konulmuştu. Locanın altında imparatorun muhafızlarına ve büyük yortularda sarayın mızıkasına mahsus bir divarhane vardı. Maviler ve yeşiller ismini alan iki grup arasında yapılan at,araba yarışları heyecanlı olurdu. İki fırkada birer büyük teşkilata,bir çok ahırlara,atlara,hayvan yetiştiren çiftliklere sahiptiler. Aidat veren cemiyetleri vardı. Bu cemiyetler hükümete bağlanmış,bunlar şehrin inzibatına memur edilmişti. İmparator maiyet askerlerine bunlar teşkil etmişti. Mavilerler yeşillerin rekabeti Bizansın mukadderatına tesir edecek bir ehemmiyet almıştı. Halkın taraflardan birini tutması kavgalara yol açardı. Bu kavgalar çok defa imparatorun localarına da teveccün eder,orası taş yağmuruna tutulur. İmparatorlar alelacele Cathismayı saraylarına bağlayan yoldan geçerek kendilerini emniyete alırlardı.
Bizans'ın son zamanlarına doğru hipodrom oyunları terk edilmişti. Yalnız bayram günlerinde birer oyunla ittifa ediliyordu. Latinlerin İstanbul'u istilasında heykellerin çoğu sökülmüş,madeni levhalar,para yapılmak üzere eritilmişti.
Türklerin İstanbul'u fetihlerinde bu meydan harap bir halde bulunuyordu. Heykellerle süslü eski spinanın üzerinde de şimdiki 3 sütun ile bazı harabeler mevcuttu. İstanbul'u aldıktan sonra Türkler bu sahada mimari şaheserler vücuda getirmişti. 16. asırın muhteşem saraylarından İbrahim Paşa sarayı Sultanahmet Cami'ni işgal ettiği sahada eski vezir sarayları,Ayasofya önünde Mimar Sinan'ın nefis eserlerinden bu sahadaki Türk abideleri arasında bulunmaktadır.
ALMAN ÇEŞMESİ
Sultan Ahmet Meydanı’nda, I. Ahmet Türbesi’nin karşısında konumlandırılmış olan Alman Çeşmesi; Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ikinci İstanbul ziyareti anısına bina edilmiş;çeşmenin planı Mimar Spitta tarafından çizilmiş ve çeşme, Mimar Schoele başta olmak üzere Carlitzik ve Joseph Antony’nin de içinde bulunduğu mimari ekiple şekillendirilmiştir.27 Ocak 1901 yılında II. Wilhelm’in doğum gününde açılışı yapılan, neorönesans tarzda sekizgen plan üzerine kubbeli olarak inşa edilen çeşme; Almanya’da hazırlanmış ve parçalar halinde İstanbul’a taşınarak Sultan Ahmet Meydanı’ndaki yerini almıştır. Yeşil renkli somaki taşından sekiz kolon üzerine oturtulmuş kubbenin içi mozaiklerle kaplıdır ve kubbe eteğinde sekiz madalyon bulunur. Bu madalyonlara II. Abdülhamit tuğrası ve II. Wilhelm’in insiyalleri işlenmiştir.
Köklü Türk ve Alman dostluğunun güzel bir eseri olan Sultan Ahmet Meydanı’ndaki çeşmenin kolonları arasındaki kemerler, çeşmenin sanatsal değerini artıran öğeler olmuştur.
6.MEKAN TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ (DAMAT PARGALI İBRAHİM PAŞA SARAYI)
İtiraf ediyorum ki gördüğüm en iyi organize edilmiş,düzenlenmiş,sunuma hazırlanmış ve teknoloji çok iyi kullanılmış bir müze.Bu saydıklarım girişten itibaren başlıyor.Eserler dönemlere göre çok iyi ayrılmış,ayrı ayrı özen gösterilmiş,eserlerin çok net görülmesi için aydınlatma tam olması gerektiği gibi,bazı alanlarda ses ve görüntü sistemleri siz odalara girdiğiniz algılayıcılar sayesinde hemen devreye giriyor.Bence mutlaka görülmesi gereken bir müze,ben çok eskiden gitmiş idim.O zamanlar bu derece özen ve teknoloji yok idi.Bu işle uğraşan kim varsa hepsini tebrik etmek gerekiyor. Burada müze kartınız geçiyor.Müzeye bir kere girdiğiniz de o gün içerisinde tekrardan 3 saat sonra girebiliyorsunuz. Burası her gün açık.Müze kartınız yok ise giriş 15 Türk Lirası. Giriş saatleri:09:00/17:00 arasında. Ulaşım aynı Ayasofya gibidir.
Pargalı İbrahim
Pargalı Damat İbrahim Paşa (1493-15 Mart 1536) Kanuni Sultan Süleyman saltanatı döneminde 1523-1536 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. 13 sene sadrazamlık yapan ve Farsça, Rumca, Sırpça ve İtalyanca bilen İbrahim Paşa, bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan İbrahim Paşa Sarayından başka, İstanbul Mekke Selanik, Hezergrad (Razgrad) İbrahim Paşa Camii ve Kavala'da cami mescit mektep medrese zaviye hamam ve çeşme gibi eserler inşa ettirmiş ve bunlara vakıflar tahsis ettirmiştir.
MÜZE TARİHÇESİ:
Türk İslam eserlerini bir araya getiren anlamlı bir koleksiyona sahip Türk İslam Eserleri Müzesi, Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’na taşındığı 22 Mayıs 1983 tarihinden beri ziyaretçilerini bu tarihi yapıda ağırlamaktadır. Müze ilk olarak 1914 yılında, Süleymaniye Külliyesi’nin Darüzziyafe’sinde, Evkaf-ı İslamiye Müzesi adıyla kurulmuş; Cumhuriyet’in ilanından sonra müze, Türk İslam Eserleri Müzesi ismiyle anılmaya başlanmıştır.
Müzenin zengin halı koleksiyonu, dünyanın en nadide parçalarının bir arada sergilendiği eşsiz bir koleksiyondur. Öte yandan, VIII. yy.dan XIX. yy.a uzanan geniş bir zaman dilimine ait 15.000 yazma eser koleksiyonu da, misafirlerini köklü bir medeniyetin tarihsel gelişim serüvenine ortak etmektedir. Bu köklü medeniyetin gelişiminde başrol oynayan Türk milletinin kültürel birikimlerinde ve sosyal yaşamlarında, İslam’la tanışmaları ile birlikte yaşanan değişimin seyrini ve boyutunu sergileyen Türk İslam Eserleri Müzesi; bir milletin öz kültürünü büyük bir medeniyetle nasıl ustaca harmanladığını gösteren kültür mekânlarımızdandır. Etnografik yönden güçlü olan mekan, Türklerin günlük yaşamlarında kullandığı; taş, seramik, ahşap ve madeni eşyalardan; göçebe kültürün asli öğesi olan kara çadır ve topak eve (yurt) kadar uzanan birçok sanatsal öğeyi ziyaretçileriyle buluşturmaktadır.
Türk İslam Eserleri Müzesi’nin Türk halkının yaşamını ve kültürünü yansıtan otantik ürünlerden oluşan dermesi, Ahşap Eserler Bölümü, Keramik ve Cam Bölümü, Maden Sanatı Bölümü, Etnografya Bölümü, Taş Sanatı Bölümü, Halı Bölümü ile El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü olmak üzere yedi bölümden meydana gelmektedir.
Ahşap Eserler Bölümü’nde IX. ve X. yy.a ait Anadolu ahşap işçiliğinin yanı sıra, Anadolu Selçukluları ve Beylikleri dönemi eserleri ve Osmanlı Dönemi’ne ait bağa işlemeli, fildişi ve sedef kakmalı ahşap ürünler sergilenmektedir.
Keramik ve Cam Bölümü’nde; X. yy İslam cam sanatından örnekler, 1908–14 yılları arasında yapılan kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkartılan keramik eserler ile mihrap ve duvar çinilerinden Konya Kılıçaslan Sarayı alçı süslemelerine kadar uzanan birçok sanat eseri yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisine sunulmaktadır.
Maden sanatı Bölümü’nde Cizre Ulu Camii kapı tokmakları, burç ve gezegen sembolleri, ibrik ve dirhemler vb. önemli bir kolleksiyon oluşturmaktadır.
Etnografya Bölümü’nde ise, uzun çalışmalar neticesinde bir araya getirilen etnografik ürünler sergilenmektedir. Bu bölümde sergilenen eserler arasında; göçebe toplumun günlük yaşamında kullandığı araç ve gereçler, kostümler, kilim tezgâhları, halı dokuma sanatı hakkında bilgi veren materyaller bulunur. Müzenin diğer bölümlerinde de Türk İslam kültürüne ışık tutan nitelikli birçok eser; bilim, sanat ve kültürün bir arada verildiği görsel bir kompozisyonun ayrılmaz öğeleri olmayı başarmıştır.
Geri kalan resimler için link atacağım.
Bu yazım benim gördüklerim,duygularım ile birlikte gezdiğim yerlerin tarihçeleri için yararlandığım sitelerin adreslerini aşağıda belirteceğim.Şimdilik yazacaklarım ve paylaşacaklarım bu kadar gezmeye devam ettikçe paylaşmaya devam edeceğim.
BURAK CAN
Kaynakça:
https://plus.google.com/114562096586292001869/posts/aACPMbRJ81s
http://www.ibb.gov.tr/sites/ks/tr-TR/1-Gezi-Ulasim/muzeler/Pages/turk-islam-eserleri-muzesi.aspx
http://www.tiem.gov.tr/
http://ayasofyamuzesi.gov.tr/tr/content/tarih%C3%A7e
http://www.istanbul-turkocagi.org/ataturk-ve-turk-ocaklari-icerik-5.html
AYASOFYA,AT MEYDANI,ALMAN ÇEŞMESİ HAKKINDA DİĞER RESİMLERİN LİNKİ:
https://www.facebook.com/eburak.can/media_set?set=a.1449551341762061.1073741849.100001216282946&type=3&pnref=story
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)